27 Eylül 2014 Cumartesi

IŞİD SEBEP DEĞİL SONUÇTUR ( 2 )



ABD’nin önceden kestirdiği ve kestiremediği faktörler vardı. ABD sadece Afganistan’da değil bütün coğrafyada İslam ile birbirine bağlı olan bu insanların aslında İslamı bilmediklerini anladı. Müslümanlar ise, süper güç bile olsa aslında Sovyetlerin de ABD’nin de yenilebileceğini anladı.

İçinde bulundukları bunalımdan kurtulmak için bu atakları yapan Carter, Afgan gerillaları desteklerken Sovyetlerin çökeceğini, El-Kaide’nin doğacağını hesaplayamadı tabi.

Hani Karl Von Clausewits “ savaşlar başka yöntemlerle uygulanan politikalar” demişti. ABD Suudi ile bağını devam ettirdi. Başka ülkelerden gelen mücahitleri destekledi. Sovyetler içinden çıkılmaz bu işgal ile uğraşırken “Çekoslovak baharından” sonra yazın da gelebileceğini anladı. ABD Polonya’da Lech Walesa ve Rus Yahudi direnişini destekledi. Savaşlar değişiyor ama politikalar değişmiyordu.

Sovyetler Sibirya’da ki madenlerin işletilmesini ABD’ye verdiğinde biz de anlamıştık ki Sovyetler aslında cüce bir devdi.

İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilen, ABD tarafından kullanılan avuç içi kadar İsrail’e diz çöktürülen İslam coğrafyası, teknolojiyi yine batıdan almasına rağmen Müslüman olmayan bir gücü yenebileceğini anladı. Çünkü Sovyetleri yenilgiye uğratan güç sadece Afganlılardan oluşmuyordu.

Bu durumda Rusya’nın Çin ve Hindistan ile bağlantıya geçmesinin önlenmesi zamanı gelmişti. ABD’li analistlerin ve birçok yazarın bile gerçeğin farkında olup yazdığı 11 Eylül gerçekleşmişti.  Afganistan’ın bu defa ABD tarafından işgali ile Müslümanlar bir kez daha kullanıldıklarını anladılar. Ve bu onları derinden yaraladı.

Kuveyt’in işgalden kurtarılması operasyonu! için ABD teşekkür beklerken öfke ve nefret geleceğini öngöremedi. Irak’ta yaşananlar hepimizin malumu. Rusya’nın Güney Asya ile bağının kesilmesi politikasına bağlı olarak bizim coğrafyada Rusya ile dirsek temasında olan Baas rejimleri ile ABD pek hoşnut değildi elbette.

Aslında her biri ayrı bir tez konusu olan olayları bir makaleye sığdırmak oldukça zor. Çünkü olayları hazırlayan ayrıntılara girilmediğinde biraz afakî kalıyor gibi. Eğer parağraflar arası geçişi bağlantılar kurarak yaparsak sanırım daha anlamlı olur.

İslam tarihine bakarsak askeri ve dini eğitimlerin birlikte yürütüldüğünü görürüz. Mücahitler bunun farkında ve rahatsızdı bu durumdan. 1955 yılında Mısır’da Kral Faruk’u deviren Cemal Abdünnasır bu coğrafyada laik-sosyalist liderlere öncülük etmişti. Saddam, Hafız Esat, Kaddafi onu örnek almışlardı. Nasır ise Atatürk’ü örnek almıştı. Laik, modern! Avrupa normları ölçü olmuştu iki lidere de.

Arap liderler İslamı dışarıda bırakarak etnik temelli devletler oluşturmayı hedeflediler. Suudi gibi bir devlet İslamı sadece krallıklarını ayakta tutmak için kullandı. Çünkü para ve Avrupa’da ki ihtişamlı lüks hayatları daha cazipti. Mensubu oldukları Vehhabi mezhebinin kurucusu İngilizler, Halifelik ve İslam birliği gibi uhrevi düşünceleri zihinlerden silmiş, onlar da ABD ye bağımlı hale gelmişti.

İslama daha yakın olduğunu düşünen mücahitlerin kafasında batı ile hesaplaşma varken, bir bakıma rahat, daha sosyal imkânlarla yaşayan Arap halkları ne istemişti peki? Arap Baharı geldi…

Arap coğrafyasının Rusya’ya dönük sosyalist, baas yüzünü batıya çevirmek, batının laik boyasıyla boyayıp, demokrasi getirmek. Ancak bu sayede mücahitlerin aslında iyi de bilmedikleri İslamla bağları koparılacaktı. Baas rejimleri teker teker yıkıldı yeşil otlaklar, ormanlar içinde olmasa bile çöl kumları arasında nur topu gibi demokrasileri oldu. Hala birbirlerini öldürüyorlar. Savaşın bir başka şekli. Makinelerin içinde bu defa Araplar var.

ABD’nin hiçbir dahli yok dikkat ederseniz. Arada başı kesilen batılı gazeteciler dışında tabi. Savaş Rusya yanlısı rejimlerle ABD arasında olmasına rağmen Müslümanlar ölüyorlar. Daha önceki deneyimlerle ABD elini taşın altına sokmadı. Olsun yüzlerce, binlerce Amerikan askeri öleceğine birkaç gazeteci feda edilebilirdi.

Her yerde hesaplar onların istediği gibi gitmedi. Bazı ülkelerde Suudlarda olduğu ABD’ye bağımlı laik, hatta önceki yıllarda bizde de anlaşıldığı gibi din karşıtı rejimler oluşmadı, oluşturulamadı. Çünkü ABD’ye öfke vardı. İşlerin ters gittiği ülkelerde Sisi vari darbelerle bağımlılık sağlanmaya çalışıldı. Sisi’nin olmadığı yerlerde de DİYALOG devreye girdi, Hıristiyan tarzı İslam.

Elini taşın altına koymadan yürütülen bu savaş uzun sürecekti elbette. Petrolü ve İsrail’i güvenceye almak için etnik temelli bölünmeler yeterli görülmedi. Irak’ta yürütülen Şia destekli politikalar, Şii Esed rejiminin zulmü ile desteklendi. Aynı inanca sahip bölge halkı Türkmen, Arap, Kürt yaklaşan bir tehlike karşısında hemen birleşiyordu. Bunu önlemek gerekiyordu.

İşte bunu önlemek için bir yol vardı. ABD’ye öfkeli olan mücahitlerin öfkesini kullanmak. Irak’ta Şii yanlısı rejimin politikaları, Şii Esed’in katliamları CIA’yi uyandırdı. Bölgede hem istenen ortam oluşturulacak, hem de sivrilen ama İslama doğru kayan Türkiye yıpratılacak ve hatta mümkünse içine çekilecek. “Zaten 30 yıldır PKK belası ile uğraştırıp bölemedik, bari ekonomik olarak zayıflatıp etkisiz kılalım, halkı iktidardan soğutalım” diyen plan uygulamaya konuldu.

Tıpkı El-Kaide örneğinde olduğu gibi mücahitler Şii baskısını kırmak için devreye sokuldu. Batı nefreti nedeni ile birleşen Türk-Arap-Kürt bu defa kendi içinde çatışır duruma geldi. Biz Türkmenler katlediliyor, devlet sahip çıkmıyor diye haykırırken, aslında Şii Türkmen ile Sünni Türkmen birbirini öldürüyordu. Türkiye hangisine sahip çıkacaktı? Türkmenler gibi Araplar da öyleydi. Artık Araplarda birbirini öldürüyordu.

Şimdi de IŞİD’ imiz vardı artık. Nur topu gibi bir Işid doğmuştu.

Bölgedeki Sünni halktan desten görmekle birlikte, Işid’de tıpkı El-Kaide gibi farklı ülkelerden mücahitlerin toplandığı bir örgüttü. Aynı rakiple birçok defa satranç oynarsak yapacağı hamleleri tahmin edebiliyorduk hani. Sünnilerin hakkını korumak, batıya karşı birlikte hareket edecek bir İslam devleti kurmak, batının hegemonyasını kırmak ve birliği sağlamak her Müslüman için cazip bir fikirdi. Hele bir de bu devletin başında bir Halife olursa.

Düz mantık erbabı, neden Suriye’nin iç işine karışıyoruz dedi hep. Biz de dedik ki bölgemizdeki her gelişme onların değil aslında bizim iç işimizdir. Menfaatimiz doğrultusunda gelişmelere dâhil olmak zorundayız. Öyle ya batı, madem bitmeyen Osmanlı hesabını bitirmek istiyor, biz uzaydan gelip, insansız topraklarda devlet kurmadık. Türkiye’yi Osmanlı topraklarında kurmadık mı? Öyleyse batının bitirmek istediği Osmanlı hesabına bizde dâhiliz.

İster beğeniriz ister beğenmeyiz devlet aklı dediğimiz akıl Suriye’de bir politika koydu ortaya. Bu politika batının politikası ile ters düştü. Ters düşmesi de tabiidir. Biz müttefikimiz olan batının aslında düşmanımız olduğunu biliyoruz. Bunu bildiğimizi CİA’ de bal gibi biliyor. Engellenmesi gerekiyordu. MİT Tırları neden durduruldu sanıyorsunuz?

Bölgede bunun farkında olan, artık onların silahları ile savaşmak yerine kendi topunu, tankını, gemisini, uçağını yapan bir devleti istemeyecekti batı. Bütün bu gelişmelere engel olmak için sınırımıza yüz binleri yığarak hem ekonomimizi vurmak, hem de müdahil olmamızı sağlamak için kamyonet üstündeki adamlardan korkup, elindeki zırhlı araçları bile bırakıp kaçan bir orduya ricat emri verildi.

Aslında mücahitler haklıydı. Batının emperyal düşüncesini kırmak, etrafımızı çevreleyen laiklik adı altında İslamı yasaklamak isteyenlerin daralttığı çemberi yarmak için kutsal bir yolculuğa çıkmışlardı. Bilemedikleri şey, El-Kaide’yi kuran aklın aslında kendilerine öncülük ettiğiydi.

Batı için halkının refahını sağlamak maksadıyla insan katletmek veya katlettirmek kutsal bir amaçtı. Lakin bizim için değildi. ABD, İngiltere, Fransa işleri bitince ve istediklerini alınca bölgeyi terk edeceklerdir. Biz bölgede bu insanlarla yaşamak kaderini paylaşan bir milletiz. Asla Müslüman katletmeyeceğiz. Tabi aynı amaçla üzerimize gelmedikleri müddetçe. Batı için kutsal olan bu savaş, bizim için kirli bir savaştı.

Batı sinsi, kahpe, alçaktır. Tarihte böyle olmuştur, böyle de olacaktır. Dikkat etmezsek sevdiğimiz insanlardan bizi nefret ettirirler. Şimdiye kadar birlikte darbelerle veya başka nedenlerle soydukları bu insanlara sahip çıkan, aldıkları kararlar milletin yararına olan hükümetleri devirmek için her yola başvururlar. Koparılan yaygaraya bakıldığında şimdiye kadar gelmiş hükümetlerin yaptığından farklı bir manzara yoktu aslında.

Müslümanlığı sadece namaz kılmak ve oruç tutmaktan ibaret sanan hem müslümanım, hem laikim diyenler bilsin ki, ABD İslam’ı kendilerinden iyi biliyor. Böyle bir inanç sistemi ile Suudilerin para aşkı gibi demokrasi ve laiklik aşkı ile kendisine bağımlı hale getirmektedir. Ve yine düşünsünler ki coğrafya 1930 ların coğrafyası gibi durmuyorsa o yılların geçerli olan hangi prensipleri ile ülke idare edilecektir?

Batı dediğimiz alçak güruh ya aklını başına alacak elini bu bölgeden çekecek, ya da artık silahlarını kendisi yapan bir devletin içindeki gerçek mücahitlerle savaşmayı göze alacaktır. İçimizdeki batı hayranları( monşerler), Peygamber Efendimize ( sav) dil uzatan vekil bozuntuları, askerime taş atan vekil müsveddesi kevaşeler de taraflarını seçerler artık. Gezi eylemlerinde “ağaca gel” deyip şimdi İngiliz vatandaşlığını seçen sanatçı bozuntusu soysuzları ve kansızları saymaya bile gerek görmüyorum.

27.9.2014














26 Eylül 2014 Cuma

IŞİD SEBEP DEĞİL SONUÇTUR ( 1 )



Stratfor’un “Dördüncü Küresel Savaş” ın adını ABD-Cihatçılar savaşı ya da ABD-İslamcılar savaşı koymasına rağmen acaba öyle mi? Yoksa menfaatleri doğrultusunda değişik adlandırma ile insanları uyutuyorlar mı?

Asıl maksatlarını açıklamaktan neden imtina ederler sorusunun cevabı, savaşan tarafların maksatlarını gizlemelerinin savaşın tabiatında olmasındandır.

Tıpkı satranç oyununda olduğu gibi bulunulan durumda birkaç hamle şekli vardır. Aynı rakiple oynadığınızda hangi pozisyonda, hangi hamleyi yapacağını tahmin edebilirsiniz. Küresel satranç oyununda da aktörler bellidir. Bu aktörlerin daha önceki hamlelerini inceleyenler, hangi hamlelerin geleceğini kabaca tahmin edebilirler.

Bizim bitti dediğimiz bir savaşın sonuçları, aslında kendisinden sonra gelecek savaşın sebepleridir. Sona eren savaş sonunda aktörler, bu sonuçlara göre politikalar izlerler. Bütün savaşların sebebi politikalardır.

Savaşlar şekil değişebilir. Zamana göre, bölgeye göre, tarza göre. Değişmeyen şey politikalardır ve her politika uygulayıcıları dışında düşmanlar yaratır. Tıpkı ABD’nin Ortadoğu politikalarının yarattığı gibi.

Bu tarihi süreci bilmeyenler sadece olaylara bakarak Türkiye şurada yanlış yaptı, bu ülkenin iç işine karıştı derler. Hükümetler değişse de, ordumuzun şimdiki politika dışı tutumunu tenkit de edilse, ülkeye hâkim olan bir devlet aklı vardır. Bu akıl düz mantıkla olaylara bakan insanlardan farklıdır ve tutarlıdır. Çünkü bütün bu gelişmeleri değerlendiren bir akıldır bu.

Düz mantıkla konuşanlar, sadece ideolojik duruşuna göre mantık yürütür. Çoğu ne ABD’nin buralara geliş maksadını bilir, ne Nusra’nın ne olduğunu bilir, ne de Işid’in ne olduğunu bilir. Saddam’ın Kuveyt’i işgalini ABD’nin izniyle yaptığını hiç anlayamazlar. Onlara göre karşılıklı iki ordu vardır, sahada namlulu makineler, makinelerin içinde haki renkli üniformaları ile askerler, havada uçaklar.

Hâlbuki savaşlar şekil değişebilir dedik. Savaşa dâhil olan ülkeler makineleri ile katılmayabilirler. Belki yine makineleri olur ama içinde kendi askerleri olmaz. Ama küresel aktörün siyaseti, politikası yine sahadadır.

Şimdi bandı geriye saralım. İngilizler ve Fransızlar Osmanlı imparatorluğunu 1.Dünya Savaşında yıktıktan sonra paylaşım henüz tamamlanmamıştı. Savaştan sonra İslam dünyası Hıristiyanların ağır baskısı altında kalmıştı. Bu savaşın sonucundaki politikalar 2. Dünya Savaşının hazırlayıcısı olmuştu. Kendi içinde hesaplaşma yaşayan Avrupalının yoksa ne işi vardı Libya, Mısır, Cezayir gibi ülkelerde, General Rommel ne arıyordu çöllerde?

ABD 2. Dünya Savaşında Sovyetler ile mücadelesine ara vermiş, savaş sonunda yardımlarda bile bulunmuştu. Ancak Sovyetlerin yayılmacı politikası dünya hâkimiyeti iddiasında olan ABD’nin başına bela olmuştu. 1970’lerde ABD son derece kötü bir dönem yaşıyordu. Vietnam’da yenilmiş, faiz oranları % 15 i geçmiş, işsizlik %10 un üzerinde, üstelik petrol sıkıntısı yaşanıyordu.

İşte bu, tarihte oyun kurucu olan aktörlerden İngiltere ve Fransa için bir fırsat olmuştu. ABD’nin en iyi müttefik olan İran’da Ayetullah Humeyni diye biri devrim yapıyor. Humeyni rejim muhalifi olduğu için sürgün edilmiş, bir süre Türkiye’de misafir edilmiş, sonra kapağı Fransa’ya atmış, Paris’te yaşayan biri.

Bu sıkıntılı dönemde devrim sonrası ABD en iyi müttefikini kaybediyor, etmekle kalmıyor petrol ambargosundaki en büyük desteğini kaybetmiş oluyordu. 1973 petrol ambargosundan dolayı Arap dünyasına öfkeli olan ABD’nin öfkesi iyice artmıştı.

Sovyetlerin petrolcü Arap ülkeler üzerindeki nüfuzu, hatta aşağılara inerek Hürmüz Boğazını kontrol etmesi ile ABD’nin bu bölgedeki özellikle hava üstünlüğünün tehlikeye girmesi ABD’li yöneticiler epeyi ümitsizliğe düşüyorken, imdada Sovyetlerin Afganistan’ı işgali yetişiyor.

Daha önce Doğu Avrupa’da Sovyetlere karşı gerilla savaşlarını desteklemekte başarısız olan ABD yine aynı yolu denemeye karar veriyor. Hani politikalar değişmez ama savaşlar değişir demiştik. Bu dönemde bütün analizciler ABD ile Sovyetler arasında savaş çıkacağını hesaplarken, gerilla savaşına giriyor ABD. Ancak makinelerin içinde Afganlar olacaktı.

Çünkü kim ne derse desin, ABD gerilla savaşında yeterince başarılı değildi. Kendi askerleri ile bunu daha önce Vietnam’da denemiş ve yenilmişti. Öyleyse bu savaş dediğimiz gibi farklı olmalıydı. Öyle de oldu. Başkan Carter, Afganistan’da gizli harekâtlara izin veren “istihbarat kararı” denen belgeyi imzaladı. Merkezi İstihbarat Teşkilatına ve özel harekât birliklerine Afganistan’da adam toplama, organize etme ve silahlandırma emri verildi.

Afganistan’da homojen bir yapı yoktu. Kabileler, aşiretler topluluğu birlik oluşturmuş onları bağlayan şey ise İslam’dı. Bu durumda ABD’nin Suudilerle dirsek temasında olması kaçınılmazdı. Suudiler Vehhabi idi ama olsun. Daha sonra Pakistan’da devreye girecek, . Bütün tutucu Müslümanlarla iş birliği yapılacaktı.

Üçlü ittifak oluşturulmuştu. ABD eğitim, koordinasyon, stratejik istihbarat sağlayacak, Suudiler mücahit verecek ve finanse edecek, Pakistan ise çalışma alanı sağlayacaktı. Suudlar daha sonra inkârı mümkün olsun diye resmi olarak değil Bin Ladin gibi zengin aileler üzerinde destek verecekti.

Sanırım anladınız, sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. El- Kaide doğdu işte. Hani ABD’nin düşmanı olan, 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren! Bildiğiniz El-Kaide. Bilmiyorum Bin Ladin balıklara yem olmuş mudur şimdi?

27.9.2014








ÖZÜR



İleriki yıllarda birileri çıkıp böyle bir yazı yazdığım için torunlarımdan özür beklemesin diye, ben şimdiden Kızılderili reisi oturan boğadan, Dersimlilerden, Dersimde operasyon yapan birliklerden, Türkiye manzarasını doğru okuyamayıp hataları nedeni ile bu kargaşayı yaratan yöneticilerden, bütün Ergenekon, balyoz tutuklularından, özür beklediği halde hala özür dilemediğim Ermenilerden ve aklıma gelmeyen her türlü zevattan özür diliyorum.

Olaysız ve tartışmasız günümüzün olmadığı bir toplum haline dönüştük. Çünkü pozitif doğrularla düşünemeyen bir toplum bu tür musibetlerle imtihan olunmaya layıktır. İzlediğim tartışmalar, mutlaka doğru söyleyen bir taraf, yanlış söyleyen bir başka tarafın olduğu kanaati ile seyirci desteği buluyor ise, tartışmaya ilânihaye devam edeceğiz demektir. Hâlbuki ben bakıyorum tarafların doğru söylemleri de var, yanlış söylemleri de. Konuşmacıların bir yerlerden menfaatleri olabilir ama dinleyicilerin yok. Bu şekilde canhıraş balıklama bir desteği cahilliğe bağlıyorum o zaman.

Daha 80 li yılların başlarında Sayın Hüseyin Aygün piyasada yokken ve ben Dersim’i okuyorken bu bilgiler yoktu ortalıkta. Çünkü resmi tarih hesabıyla okumuş ve o yönde bir kanaat geliştirmiştim. Şimdi insanların daha rahat konuştuğu bir ortamda bakıyorum ki okuduğumdan farklı durumlar cereyan etmiş. Hani birinci dünya savaşında Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık safsatasında olduğu gibi değilmiş.

Bir tarafın söylediği gibi durup dururken, hiç yoktan devlet Dersim’de operasyon yapmamış yani. O bölgede hiçbir otoriteye bağlı olmayan, her yönetime baş kaldıran bir anlayış varmış. Hiç bir devlet isyanı ve kalkışmayı kabul etmez. O zaman geçen yazımda yazdığım devlet Dersim’de cinnet geçirmiş fikrimden vaz mı geçiyorum. Hayır, elbette geçmiyorum. Devlet gerekli önlemi alır ama bunu kadın, çocuk demeden eski tabiri ile kılıçtan geçirerek yapmaz. Böyle yapmışsa ki yapmıştır, o zaman devlet evet cinnet geçirmiştir. Çünkü suçlu olan birinin ailesini de suçlu sayma mantığı akıllara ziyandır. Hala bazı kesimler neden bunu savunur? İşte bu, o sözünü ettiğim resmi tarih bunalımımızda yatıyor.

Peki, Dersim’li neden hala CHP ye oy verir denirse, aslında o farklı bir psikolojik durum. Geçmişin zihinlere kazıdığı ve şimdi bile silinemeyen izlerin etkisidir. Çünkü o yıllarda devlet demek CHP demekti. CHP denince akıllara katliam geliyor. Değişen Türkiye gerçeğini doğru okuyamayan Dersimli’nin aslında yeni bir devlet hışmından korunma refleksidir. Yani Stockholm sendromu falan değil korkudur. Korktukları oluşumun içinde yer alarak bir çeşit korunma refleksi bence.

Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan politikaları savunanlara gelince; bu farklı bir durum. O zaman öyleydi savunmasının bir anlam kazanabilmesi için bu politikaların başarılı olması gerekir. Eğer olmamışsa akıl sahibi biri (ki bu devlet yönetiminde görev almış bu politikaların uygulayıcıları) değişen Dünya ve değişen insan bilinci açısından yeni bir değerlendirme yapar ve başarısızlığını görür yanlıştı der. Eğer hala direniyorsa fikrinde, o zaman bunlara devlet yönetimini teslim etmek kadar bir abes davranış olamaz. Hem kel hem fodul olmak budur işte.

Hala Atatürk olmasaydı sen olmazdın diyen aklı evveller şunu bilsin ki: Eğer Atatürk olsaydı Dünya gelişimine ayak uydurur, belki bazı fikirlerini revize ederdi. Yabancı sermayenin ısrarla davet edildiği bir ortamda belki de devletçilik fikrini rafa kaldırırdı mesela. Kaldı ki kimsenin Atatürk’le bir alıp veremediği de yok. Ne Fatih’i, ne Kanuni’yi, ne Vahdettin’i ne de Atatürk’ü yok sayamazsınız. Biri olmazsa tarihimizde zincirin halkaları bozulacaktır. Hepsi tarihimize mal olmuş büyük kişiliklerdir. Sorun ne peki?

Sorun Atatürk’ten sonra, Atatürk adına uydurulan Kemalizm denilen bir felsefenin iflasını, bu felsefe sahiplerinin hala kabullenemeyişidir. Bunu CHP üstlenmiştir. CHP nin ve Kemalist ideolojinin savunucusu olan kurumların devleti koruma refleksinden ziyade, ben devletim zihniyeti bir akıl tutulması şeklinde tebarüz etmiştir. Bir yanda 600 yıl bu coğrafyada yan yana yaşayan insanları bir arada tutan felsefe, diğer yanda 80 yılda bu birlikteliği yerle bir eden, elimizde kalan bu toprak parçasını bölünmenin eşiğine getiren felsefe veya ideoloji. Sıkıntı bu başarısızlığın görülmediği gibi hala bunda direnilmesinde yatıyor. Onun için hala cumhuriyet mitingleri falan düzenliyorlar. Hâlbuki halk yetkiyi kime verirse devlet odur. Kemalistleri bunu anlamaktan alıkoyan nedir bilmiyorum.

Ulus devlet denilen felsefe iflas etmiştir. İnsanlara zulmetmeden inancına, ırkına, diline bakmadan, bu birlikteliği sağlamanın yolunu aramak yerine, halkı karşısına alarak cumhuriyet mitingi düzenlemek akılsızlığın tavan yapmasıdır. Bunu eşeğe bile anlatsanız anlamıştı şimdiye kadar. Ama CHP anlamdı ne hikmetse.

5.12.2011








"Özgür ve Bağımsız basın" üzerine;



Solcu ve aynı zamanda Karl Marks’ın arkadaşı olan gazeteci Swinton, 1880’lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete bir Yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere onu kürsüye çağırıyorlar.

Swinton elinde kadehiyle kürsüye çıkıyor.  Çıt yok. Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından...
"Dünya tarihinin su anına dek, Amerika'da 'özgür ve bağımsız basın' diye bir şey olmamıştır.  Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye başlıyor sözlerine. Ve devam ediyor:
"Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın  basılmayacağını önceden bilirsiniz, çünkü çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için bir ücret ödüyor.  İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır.
Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan her hangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Çalıştığım gazetenin her hangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya kalksaydım, 24 saat dolmadan işimden atılırdım.
Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır.  Bunu siz de biliyorsunuz, ben de…
Öyleyse şimdi burada 'bağımsız, özgür basının(!) şerefine(!) kadeh kaldırmak' saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları,  kullarıyız.
Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız...  Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı... Bizler entelektüel fahişeleriz."

Not: Toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk eden Swinton,  Gazeteden de istifa edip kimseden para almaksızın 'John Swinton's Paper' adlı tek yapraklı bir gazete çıkartmaya başladı. 
ALINTI
Bu yazıyı okuduktan sonra dönüp 23.4.2010 tarihinde yazdığım “NASIL İNANACAĞIZ” başlıklı yazımı bir daha okuyun.