2 Aralık 2019 Pazartesi

“KADININ BEYANI ESASTIR” I İNSANLAR YANLIŞ ANLAMIŞ!


Kanunda “kadının beyanı esastır, hiçbir belge ve delil aranmaz” diye yazıyor.

Bu yazılanı vatandaş yanlış anlamış, kanunu uygulayanlar yanlış anlamış, telefon ihbarını alıp adrese giden kolluk kuvvetleri yanlış anlamış. Bir tek Sabah yazarı Mehmet Çek doğru anlamış. Çünkü ülkede kanun uygulayıcılar, kolluk kuvvetleri, vatandaş hepimiz geri zekâlıyız. Sadece Mehmet Çek akıllı. Hatta milleti uyutacağını düşünecek kadar ileri derecede zeki. Şöyle diyor:

Bu hak kadın, 'bu adam bana tecavüz etti' dediğinde, adamın hemen hapse atılması anlamına gelmiyor. Aynı şekilde "kadın her zaman haklıdır" anlamına da hiç gelmiyor. Bu kural iddiaya maruz kalanın savunmasını boşa da çıkarmıyor.

Bunun için bir adalet bakanlığı yetkilisi aynen şöyle diyor.

"6284'e göre korunma talep eden kişi, tedbir için aile mahkemesine veya savcılık veya kolluk birimlerine delil olmadan talepte bulunabilir. Tedbir kararı verilmesi için de delil aranmaz. Aynı iddialarla ilgili olarak soruşturma açılmasını da talep edebilir.

Kadının şiddet görüyor olması da gerekmiyor. Şüphe olması, kuşku olması bile yeterli. Hacettepe Üniversitesinden Prof. Dr. Kadriye Bakırcı sözleşmeye taraf olan hocalardan biridir. Yayınladığı makalede çok şeyi tenkit ediyor ve şöyle diyor.

“Metni hazırlayanlar, bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet olayına tanık olan veya makul nedenlere/gerekçelere dayalı olarak böyle bir olayın gerçekleştiğine veya gerçekleşeceğine yönelik kuşkuları olan kişilerin bildirimde bulunmaya özendirilmeleri gerekliliğinden hareketle…” diye devam ediyor.

Hukuk olayların önünden değil arkasından gider. Her hukukçu bunu bilir. Kimseyi hırsızlık yapma ihtimali var diye kuşku üzerine şikâyet edemezsiniz. Somut delil olmadan kimse için bu beni öldürecek diye şikâyet edemezsiniz.

Hükümet vatandaşın rahatsızlığını göz önüne alıp İstanbul sözleşmesinden imzayı çekmeyi, 6284 sayılı kanunu iptal etmeyi düşünmek yerine, vatandaşı ikna için seferberlik başlatmış. “Kadının beyanı esastır” sözünü yanlış anladığımızı ve aptal olduğumuza bizi ikna etmek için medyada haber yapılıyor, makale yazdırılıyor.

Yıllar önce, eğer bir gün CHP ve HDP’nin savunduğu fikirlere paralel düşünürsem haber verin intihar edeyim demiştim. Ben aynı çizgimde duruyorum ama 17 yıl önce Müslümanlar iktidara geliyor diye sevinip, oy verdiğimiz Ak Parti CHP ve HDP’nin çizgisine girdi. Hatta CNN ile birlikte aynı çizgiye girdi. Ak parti medyası ile aynı ağzı konuşuyor.

CNN şöyle yazıyor: “Kamuoyunda "Kadının beyanı esastır" şeklinde bilinen fakat "Cinsel şiddete maruz kalanın beyanı esastır" şeklinde genişletilebilecek bu ilke, adil yargılamadaki çeşitli ihtiyaçları karşılamayı ve maddi gerçeğe ulaşmayı amaçlıyor. BBC Türkçe'ye konuşan hukukçular, ilkenin neden ve nasıl yanlış yorumlanabildiğini anlattı.” Bizim gibi ahmakların anlamadığını CNN’de anlamış.

Bizim 17 yıl önce umduğumuz Ak parti ve Recep Tayyip Erdoğan bu değildi. Biz kâfirden-küfürden beri, milli, insanlara saygılı, adil bir iktidar düşlemiştik. Ben yıllar önce bulunduğum çizgiden şaşmadım. İntihar etmemi gerektirecek bir şey yok. Ben değil ama Ak Parti ve hükümet intihar ediyor.

Sözleşme ve kanunla İslama ve geleneğimize aykırı uygulamaları meşru hale getirirseniz, açtığınız yoldan CHP ve HDP yolu genişleterek yürür. AB’ye giremedik ve giremeyeceğiz ama onların kâfir uygulamalarını aynen uyguluyoruz. Halbuki AB’nin hiçbir ilkesi bizi ilgilendirmiyor.

Ak parti ve iktidarın açtığı yoldan, Küçükçekmece belediyesi genişleterek yürüyor. Eğer bu afiş içine siniyorsa Ak partililerin ve ona oy verenlerin, Kadem ve Mor Çatı gibi dernekleri yanlarına alıp, HDP ve CHP ile birlikte eylemlere katılabilirler.

İstanbul sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun sadece kadının ahlak dışı davranışlarını meşru hale getirmiyor, çocuklarımızın da ahlaki yapısını bozuyor. İsteyen çocuk cinsiyetini seçecek, isteyen çocuk ebeveynlerine bağlı kalmayıp, birlikte yaşamak istediği insanları seçecek.


Bir gün oğlunuz veya kızınız “ben başka aile buldum, onlarla yaşayacağım, bu benim hakkım, kendi kararımı verebilirim” derse ne diyeceksiniz? Eğer bu içinize siniyorsa susmaya devam edin. Bize sahte zaferleri anlatın.

İzlediğim dizide “madam” var “matmazel” var. Ne anlama geliyor biliyorsunuz. Bizde de “kız” vardı “kadın” vardı. Şimdi yok artık, hepsi kadın oldu.

İstanbul sözleşmesi "Kadın kelimesi, 18 yaşından küçük kızları da kapsamaktadır” diyor. (m. 3/f )." Bizde “kız” ve “kadın” ayrımını kaldıran Avrupa’da hala “madam” ve “matmazel” var ama. Mesela bir haber okuyorsunuz. 12 yaşında ortaokul öğrencisi bir kadının üzerine okulun demir kapısı düştü. Hoşunuza gidiyorsa susmaya devam edin.

İstanbul sözleşmesi Madde 42/1, “sözde “namus” adına işlenen suçlar da dâhil olmak üzere, işlenen suçları mazur gösteren gerekçelerin kabul edilmemesini öngörmektedir” diyor.

Namus diye bir şey yok. "SÖZDE NAMUS" diye tanımlıyor sözleşme. Zihniyet değişikliğine alışalım. Namus diye bir şey yok. Namussuzluğu özendiren ve taltif eden İstanbul sözleşmemiz var artık. 

Bunu hararetle savunan “din düşmanı” diye nitelediğiniz CHP ve HDP var. İstedikleri kadar savunsunlar, toplumda kayda değer etkileri yoktu. Onlara destek olan sözleşme imzalayan ve kanun çıkaran İktidarımız ve Ak parti var. Onlar “din düşmanı”, Ak parti Müslüman! Ak partiye oy verenler de Müslüman(!)

02.12.2019








24 Haziran 2019 Pazartesi

13 BİN FARKTAN 764 BİN 581 FARKA


Seçimleri kazandıran veya kaybettiren ilkelerdir. İlke yoksa oy vermez bu millet. Millet, kendisine koyun muamelesi yapanlara hafif bir tokat attı. Siyasiler bunu anlamazsa daha büyük tokat atacaktır. Öyle ya, ülkenin son seçimi değildi bu.

Uzun zamandan beri yanlışları dile getiriyoruz. Her seçim öncesi bazı dostlarla bunları konuşur, şimdi seçim var, seçim bitince muhalefet eder anlatırız derdik. Seçim sonrası nasıl olsa kazandık diyen iktidar tenkitlere kulak tıkardı.

Muhtemelen “bunlar konuşur, seçimde nasıl olsa oy verirler” kibri ile kaval çalmaya devam ettiler. Hâlbuki millet, kaval dinleyen koyun değildi. Sadece süre veriyordu.

Bu seçim öncesi de dostlarla konuşurken aynı şeyler söylendi. “Seçim var, seçim sonrası muhalefet yaparız” dendi. Biz de hayır bu defa öyle olmayacak. Milletle dalga geçiliyor, bizimle dalga geçilemeyeceğini anlatmak lazım dedik.

31 Mart seçimi sonrası AKP neden kaybetti diye yazmıştık. Şahsi hiçbir isteğimiz yoktu. Vaatlerinize ve başlangıç ilkelerinize dönün demiştik. Evet, ülke laik ama siz Müslümansınız, dinimize aykırı uygulamalar yapmayın. Milli hassasiyetimiz yüksektir, bu duygularımızla oynamayın dedik.

İsteklerimiz sıralayıp dedik ki:

-Aileyi yok eden kanunu iptal edin, İstanbul sözleşmesini uygulamadan kaldırın.
-İnsanların cinsiyetini Allah tarafından tespit edildiği şekilde bırakın.
-Baronlara hizmet yerine vatandaşa hizmet edin.
-Ülkeyi aile şirketi gibi yönetmekten vazgeçin.
-Kötü yönetilen ekonomiyi kurtarmak için yine gariban vatandaşın sırtına yükü bindirmeyin.
-BES ve Kıdem tazminatı gibi vatandaşın hassas olduğu konuları ekonomiyi kurtarmak için kullanmayın.
-Büyük firmaların vergilerini silip, vatandaşa zamlarla yüklenmeyin.
-Ege’de boş olan ada ve adacıkların işgaline seyirci kalmayın.
-Akdeniz’de münhasır ekonomik alanımızla ilgili yanlış politika izlemeyin.
-Okçuluk vakfına, Türgev v.s. gibi vakıflara bağışın kesilmesinin hiç ilgisi olmadığı halde, beka meselesi diye vatandaşa yutturmayın.
-Ayasofya gibi milli, dinin güncellenmesi gibi dini konularda hassas olan vatandaşları dalga geçer gibi tezgâh kuran hain ilan etmeyin.
-Feto ile mücadele ediyoruz diyerek ekmeği peşinde koşan “kandırılmış” insanları içeri tıkıp, Feto’nun kurmay takımını aklayıp üstüne ihale vermeyin.
-Önceki seçimde “HDP ye oy verdim” deyip ihanet içinde olan gazeteciyi makbul insan kabul edip, karşınıza alıp röportaj verip, yanlışları söyleyenleri hain ilan Etmeyin.
-Ne kadar eski tüfek solcu takımı varsa, inanmadıkları bir ideolojiyi para ile savundurup, milli hassasiyeti olan insanları onlara aşağılatmayın.
-Cumhurbaşkanı başdanışmanının Federasyon, özerk yönetim ve Kürtçe eğitim ile ilgili açıklamasını görmezden gelip, milli hassasiyeti olan insanları kızdırmayın.
-Federasyonun düşünülmediğini söyleyip, Ravza Kavakçı ile birlikte bir ekibi Almanya’ya gönderip, federasyon hakkında bilgi aldırmak, inceleme yaptırmak yanlıştır. Madem düşünülmüyorsa neden inceleniyor diye insanların kafasında kuşku yaratmayın.

Lakin kibir, tepeden bakma doğruları görmelerine engel oldu. Sanki seçim kazanmış edası ile yeni yanlışlar yapmaya devam edildi. Bitmiş bir seçimi “çaldılar” diyerek iptal ettirip yine milletle dalga geçtiler. Aslında çalan kendileri idi.

Milletin zamanını çaldılar. Yeni seçime tekrar masraf yaparak parasını çaldılar. Oy verme iradesini çalıp yok saydılar. Millette 23 Haziran’da kendilerini yok saydı.

Milli hassasiyetlerimizi söylediğimiz halde İmralı’da ki bebek katiline mektup yazdırıldı. Kırmızı bültenle aradıkları teröristi devlet televizyonuna çıkardılar. Yabancı devletler artık kırmızı bülten çıkarmamıza kuşku ile bakacak, “şakacıktan çıkarıyorsunuz” diyecekler.

Bize “bu teröristi arıyoruz diyor ama devlet televizyonuna çıkarıyorsunuz. Arıyorsanız yakalayın. Aramıyorsanız bülten çıkarmayın. Bu adam terörist ise neden seçimde bel bağlayıp konuşturuyorsunuz” derlerse verilecek cevabınız nedir?

Biz bunları tenkit ederken, “bunda ne var, teröristlere tarafsız kalın dediler” diyen trollerin alçakça saldırısına maruz kalıp pkk’lı ilan edildik. Teröristle anlaşan kendileri ama pkk’lı olan bizdik. Seçimde rakibini yenmek için teröristten yardım istemek zilletin ta kendisidir.

Hem terörle mücadele ediyorum diyeceksiniz, hem de teröristi makbul adam yerine koyacaksınız. Millet terörle mücadele ettiğinize nasıl inansın?

25 yıldan beri “sırtımızı milletimize dayadık” diyenler sırtlarını teröristlere dayarsa, millet arkanızdan çekilir, sırt üstü atar sizi.

Maraş Rumlara veriliyor dedik. Yine saldırıya uğradık. “Maraş’ı oturuma biz açıyoruz” dediler. Bunu da kafamızdan söylemedik. Yine kendi kanalları cnntürk’e telefonla bağlanan KKTC Başbakan yardımcısı Kudret Özersay “74 öncesi oturanlar, vakıflar” dedi. 74 öncesi Maraş’ta kimler oturuyordu, hangi vakıflar ve malları vardı?

Nitekim Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Bakanlar Kurulu; Rumları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Rum ve Maronit köylerine yerleştirmeye teşvik politikası çerçevesinde; çocuksuz aileye 10 bin, çocuklu aileye 15 bin Avro yardımda bulunulacağını duyurdu.

Bize “Rum gazetesi okuyorsun” diyenler keşke kendileri de okusaydı da kandırıldıklarını anlasaydılar. Bunu milletten sakladılar. Açıkça kandırdılar milleti. Millet bir karış toprağımızın verilmesini de kabul etmez kandırılmayı da.

Şimdi herkes “Cumhurbaşkanı yalnız bırakıldı” deyip suçu parti içindeki kibirlilere atıyor. Komutan birliğinin yaptığı ve yapamadığı her şeyden sorumludur dedik, “bu ülke yönetimi, askerlikle karıştırma” dediler. Doğru diyorlardı. Bütün yetkileri kendisinde toplayan Cumhurbaşkanı hiç bir şeyden habersiz, devletin tepesinde Fransız gibi oturur. Nasıl bir akılsa…

Ülkemizin son seçimi değildi bu. Eski tüfek solcu yazarları çakma partili yaparak, “Öcalan öldürmeyi değil yaşatmayı seçti” diyen yazarları Cumhurbaşkanlığı uçağında gezdirerek, ülkesi için davasına inanmış insanlara trollere sövdürerek, Peygamber Efendimizi seçime sokarak seçim kazanılmaz.

13 bin farkın, 764 bin 581’e ( resmi olmayan sonuca göre) çıkması bir şey anlatmıyorsa, genel seçimde milyonlar farka hazır olmak lazım. Hiçbir partiye bağı, hiçbir yerden zerre menfaati olmayan biri olarak, sadece devletimizin bekası, milletimizin refahı ve huzuru için bunları diyoruz.

24.06.2019








7 Mayıs 2019 Salı

SEÇİMİ CHP Mİ KAZANDI, AK PARTİ Mİ KAYBETTİ?


Savaşı kaybeden komutan “düşman bize hile yaptı, çıkarmayı şu kıyılardan bekliyorduk ama bu kıyıdan çıkarma yaptı” demeye hakkı var mı? Savaşta taktik aldatmaca da vardır, kaleye casus sokarak içten fethetme de vardır. Senin istihbaratın yok mu demezler mi adama?

Geçen gün seçimi CHP kazanmadı, AKP kaybetti demiştim. Bir mücadeleyi kaybetmek için mutlaka rakibin üstün olması gerekmiyor. Sporcu kendi hataları ile rakibine kazanma imkânı da sağlamış olabilir.

Şimdi 2014 mahalli seçimlerine bakalım.

Ak Parti- 4 096 221 oy

CHP- 3 426 602 oy

HDP-413 315 oy

MHP-339 346 oy

SP- 122 869 oy

BBP- 49 126 oy

YURT P- 17 928 oy

İP- 15 232 oy

31 MART SEÇİMİNE BAKALIM

Ekrem İmamoğlu- 4 171 118 oy almış.

Binali Yıldırım- 4 149 656 oy almış.

Cumhur ittifakını oluşturan partiler AKP, MAHP, BBP dışındaki bütün partilerin CHP’ye destek verdiğini söyleyelim.

İYİ partinin oyları 2014 seçiminde aslında bu karşı cephenin içinde yer alıyor ama onun da %5 oyu olduğunu kabul edelim. Bu da 210 000 oy yapar.

Bunların hepsini topladığımızda 780 000 bin oy Ekrem İmamoğlu’na destek olarak gelmiş demektir.

Ekrem İmamoğlu’nun aldığı 4 171 118 oydan destek gelen 780 000 bin oy düşülünce

4.171.118-780 000= 3 391 118 kalır.

Binali Yıldırım’ın aldığı oylara MHP ve BBP’den gelen destek oyu toplamı 388 472 oydur.

Binali Yıldırım’ın aldığı 4 149 656 oydan bu destek gelen oylar düşülünce;

4 149 656-388 472=3 761 184 kalır. Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasında 370 066 oy fark vardır. Hile ile hurda ile 50 bin oy çalınsa bile, arada 320 000 oy farkı vardır.

320 000 oy farkına kimsenin itiraz etme şansı yoktur.

Eğer ittifak yapılmayıp, herkes kendi adayı ile seçime girse sonuç bu olacaktı. Ama seçim sonucunun tehlikeli olabileceğini söyleyen bazı mihraklar ittifak fikrini attı ortaya. İttifak fikrini ortaya atanlar, Ak partinin kaybetmesini isteyenler olabilir mi?

Vatandaşın kızgın olduğunu gören Erdoğan, ittifak fikrine sıcak baktı. Hâlbuki çözüm ittifak değildi.

Çözüm;

Aileyi yok eden kanunu iptal etmek, İstanbul sözleşmesini ya uygulamadan kaldırmak ya imzamızı çekmek.

İnsanların cinsiyetini Allah tarafından tespit edildiği şekilde bırakmak.

Baronlara hizmet yerine vatandaşa hizmet etmek.

Ülkeyi aile şirketi gibi yönetmekten vazgeçmek.

Kötü yönetilen ekonomiyi kurtarmak için yine gariban vatandaşın sırtına yükü bindirmemek.

BES ve Kıdem tazminatı gibi vatandaşın hassas olduğu konuları ekonomiyi kurtarmak için kullanmamak.

Büyük firmaların vergilerini silip vatandaşa zamlarla yüklenmemek.

Ege’de boş olan ada ve adacıkların işgaline seyirci kalmamak.

Akdeniz’de münhasır ekonomik alanımızla ilgili yanlış politika izlememek.

Okçuluk vakfına, Türgev v.s. gibi vakıflara bağışın kesilmesinin hiç ilgisi olmadığı halde, beka meselesi diye vatandaşa yutturmamak.

Ayasofya gibi milli, dinin güncellenmesi gibi dini konularda hassas olan vatandaşları dalga geçer gibi tezgâh kuran hain ilan etmemek.

Feto ile mücadele ediyoruz diyerek ekmeği peşinde koşan “kandırılmış” insanları içeri tıkıp, Feto’nun kurmay takımın aklayıp üstüne ihale vermemek.

Önceki seçimde “HDP ye oy verdim” deyip ihanet içinde olan gazeteciyi makbul insan kabul edip, karşılarına alıp röportaj verip, yanlışları söyleyenleri hain ilan Etmemek.

Ne kadar eski tüfek solcu takımı varsa, inanmadıkları bir ideolojiyi para ile savundurup, milli hassasiyeti olan insanları onlara aşağılatmamak.

Cumhurbaşkanı başdanışmanının Federasyon, özerk yönetim ve Kürtçe eğitim ile ilgili açıklamasını görmezden gelip, milli hassasiyeti olan insanları kızdırmamak.

Federasyonun düşünülmediğini söyleyip, Ravza Kavakçı ile birlikte bir ekibi Almanya’ya gönderip, federasyon hakkında bilgi aldırmamak, inceleme yaptırmamak. Madem düşünülmüyorsa neden inceleniyor diye insanların kafasında kuşku yaratmamak.

Yazacak daha çok şey var.

Herkes şapkasını önüne koyup düşünsün. Bu hatalar seçim kaybettirir diye devamlı ikaz eden mi vatanseverdir, her yalanı doğru diye alkışlayan, her yalanı doğru diye vatandaşa yutturan paralı kalemler mi vatanseverdir? Onlar hala vatandaşı oy çalındı, organize yolsuzluk, hukuksuzluk var diye kandırıyorlar. Sanki sandık kurullarını Çipras atamıştı.

Gerçek bir ülkücünün hassas olması ve tepki vermesi gereken bu milli konulara tepki vermeyip, “Eski ülkücüler Marksist, Leninist olmuş” diyen ülkücülerin de kendilerini sorgulayıp, bu yazılanlarda yalan ve iftira varsa söylemeleri gerekir.

Beka meselesi İstanbul seçimini kaybetmek değil, asıl bu yazdığım konulardır. Cinsiyet eşitliği, nötr çocuk yetiştirmek, LBGT gibi toplumu ifsad eden derneklerin önünü açmak iktidara fayda sağlamaz. Zaten onlar iktidar partisine oy vermiyor. Ama bu tehlikeyi gören milli ve dini hassasiyeti olan insanlar seçim kaybettiriyor. Benden söylemesi.

08.05.2019












21 Ocak 2019 Pazartesi

MÜSLÜMANLARIN PARA VE GÜÇ İLE İMTİHANI


Bu konu aslında son derece karışık. Müslüman’ın imtihanı derken, kimi kast ettiğimizi de bilmiyoruz. Konu ile alakalı bir gönderme yapıldığında, hedefe ulaşacağından da emin değiliz.

Meseleyi, bu insanları üç kategoriye ayırarak ele almak kanaatimce daha uygun olur.

1.Müslümanlar: Okumuş, bilgili, hatta eğitici ve öğretici makamında olanlar.

2.Kendisini Müslüman sanalar: Bu gruptakiler müslümandır. Ancak hiç okumazlar, bazı hocalardan ve başkalarından duyduğu bilgilerle durumu idare ederler. Aslını bilmedikleri için, makbul saydıkları insanlardan duydukları din dışı uygulamaları da dinden sanarlar.

3.Müslüman gibi görünenler: Ülkemizde bu tiplerden çok sayıda mevcuttur. Özellikle siyasi teşkilatlar büyük, heyula kurumlar olduğu için, arada kaynar giderler. Lakin İslama çok zarar verirler.

Bizim konumuzu teşkil eden 1’nci grupta yer alan, Müslümanlardır. Çünkü Fatır Suresi 28 ve 29’ncu ayette Rabbimiz “ Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar. Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret umarlar” diyorsa, biz de bu insanlardan bilgileri ile amellerinin paralel olmasını umarız.

Karşımızdaki insanın bu gruba girip girmediğini anlamak için de, elbette iki ve üçüncü grupta olmamak gerekir. Yoksa başta zikredildiği gibi göndermelerimiz yanlış adrese teslim edilebilir.

Özellikle medyatik hocalardan uzak durulmalı. Büyük çoğunluğu ekranlarda görünmek için para aldığından, halkın hislerini okşayıcı kelimeleri seçmekte pek mahirdirler. Ayetleri, onların hoşlanacağı şekilde tevil ederler. Çoğu zaman dinden çıkarlar da haberleri olmaz.

Medyatik hocaya dinin emirlerinden biri sorulduğunda, ya hoşlarına gitsin de yeni çıkan kitabımı alsınlar, ya da din ile siyasetin girift olduğu sistemde, sisteme muhalif olmayayım düşüncesi hâkim olur çoğu zaman.

Başörtüsü sorununun yaşandığı dönemde medyatik hocalardan birine bu konu sorulduğunda, şu ayetlerle islamda örtünme vardır diyememiştir. Etrafından dolanmış, soruya net cevap vermemiştir. Bu muhterem ilahiyat profesörü, ayetleri doğru manası ile biliyordur mutlaka.

Bakara suresi 174 ve 175’nci ayette yine “ Şüphesiz Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alan kimseler, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Ve kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Ve onlara sadece acı veren bir azap vardır. İşte onlar, hidayeti verip, sapıklığı ve affedilmeyi bırakıp, azabı satın alan kimselerdir. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar” diye buyurur Rabbimiz.

Zaman geçip bu muhterem bir de islam düşmanı olduğu açıkça belli olan insanlarla birlikte ekrana çıkıp, güya kendisi çok doğru yoldaymış gibi, diğer hocaları tenkit ederken, “şimdiye kadar insanları lululu diye Arapça kelimelerle kandırdılar” diyorsa, bu ayetin kapsamı alanına girmiştir. Onun “lululu” dediği de orijinal Kuran metninin okunuşuydu.

Bu ayetin tefsirinde merhum Elmalılı, bir kabile reisinin, bir papazı gönderip “git bak, birisi peygamber olduğunu söylüyormuş. Doğru ise bile, gelince değil de” demesi nedeni ile papaz ve kardeşinin Peygamber Efendimizi ziyareti ve sorularla onu gerçek peygamber olduğunu anladığı halde, “sahtekâr” demesini anlatır. Ayetin inzal oluş sebebi budur. Ziyaret ve soruları, yazıyı daha fazla uzatmamak için almıyorum.

İşte bizim ilahiyat profesörümüz ayetin doğru manasını söylemeden etrafından dolanınca, ne olacağını bildiği halde, para hırsı onu belki de dinden çıkarmıştır. Yahutta bu ayet mucibince, cezaya uğrayacaktır.

Diğer bir ihtimal sisteme ters düşmek korkusu. “ Kalplerinde hastalık bulunanların, onların arasına koşuştuklarını görürsün.Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz diyerek….” Maide -52 ayeti gereğince Rabbimiz, doğruları bildiği halde, gereği gibi yaşamayıp, sırf başına bir iş gelir diye onlara uyanlara ikazda bulunmaktadır.

Birinci durumda para hırsı, ikinci durumda korku nedeni ile doğrudan sapmak, doğruları gizlemek, asla kabul edilmeyecek bir Müslüman davranışıdır. Çünkü Ahzab suresi 70 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sağlam söz söyleyin” ayeti gereğince de, Müslüman hangi şartta olursa olsun, doğruları söylemekle emrolunmuştur. Ayetleri bildiği halde, bu sapmaları gösteren insanlarda kanaatimce imani bir sorun vardır. Birinci kategoriye nasıl koyarız bunları, onu da bilmiyorum.

Çokça rastladığımız bu durumdan, Müslümanları çıkaracak bir formül de bilmiyorum. Çünkü bilmeyen birine oku, bak bu dediklerin yanlış veya bu yaptığın yanlış diyoruz. Peki, bilen birine ne demek gerekiyor? Onlara da belki “ Ey iman edenler! Allah’a iman edin. Peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba…” emrini veren Nisa-136’ncı ayeti hatırlatmak lazım.

Müslümanın ikinci büyük imtihanı güç ve şöhret zehirlenmesi veya sarhoşluğu dediğimiz halidir. Şöhret zehirlenmesi insanda kişilik bozukluklarına yol açar. Osmanlıca istikbar dediğimiz kibir, gurur, enaniyet ve kendini büyük görme hastalığı baş gösterir. Bir Müslüman’da asla ve asla bulunmaması gereken bir haldir.

Şöhret sahibi insan, Allah’ın bahşettiği bu durumun neden, niçin ve ne yapması gerektiğini kavrayamamışsa batağa gömülmüş demektir. Bahşedilenlere şükredip, gereğini yapamazsa, hesabını vereceği günde altından kalkamaz. İlmin de, şöhretin de, servetin de zekâtı vardır.

Şöhret zehirlenmesinde belki kişinin şahsı ile ilgili sorumlulukları vardır. Eğer kırıp, dökmemişse. Ancak güç zehirlenmesinde daha farklı tehlike beklemektedir Müslümanı.

Güç, eğer haksız şekilde elde edilmişse, narsizm gelişir insanda. Zaten gelişi meşru değilse gücün, uygulamasında da birçok insani sıkıntılara yol açar ki, bu defa da sadizm gelişir.

Güç, eğer meşru yollarla kazanılmışsa, yine dikenli bir yola girilmiştir. Çevrede güce tapanların itmesi ile güç sahibi olduğundan da fazla güçlü hisseder kendisini. Kuvvete kutsiyet addetmeye başlanır. Bu da büyük ihtimalle adaletten sapmaya yol açacaktır. Güç sahibi Müslüman mutlaka adil olmak zorundadır. Ancak etrafındaki güce tapan çember öylesine daralır ki, ulaşıp doğruyu iletmek mümkün olmaz. Bir zaman sonra adil olmakla ilgili ayetleri unutur hale gelir.

Kuran’da adil olmakla ilgili ayetler çeşitli konularda 31 yerde geçer. En zor olan iş, adil yönetici olmaktır. Bu konuda Hz. Ömer (ra), bütün insanlığa islamın kazandırdığı eşsiz bir örnektir.

Müslüman ülkelerde, adil olmayan yöneticilerin düştüğü acınası haller, Allah’ın emirleri dışına çıkıldığında ders olma niteliğindedir. Yakın zamanda yaşanılan Arap devrimleri buna en güzel örnektir. Tabi Arap devrimi tabiri ne derece doğru bilmiyorum. Devrimden ziyade, ABD’nin dürtmesi ile değişim ve yıkım demek daha olur kanaatindeyim.

Eğer Libya lideri Kaddafi kanaat edip, zenginlikleri ve gelirleri halkı ile paylaşsa belki bu acı sonu yaşamayacaktı. ABD istediği kadar ayaklandırmak istesin, liderinden memnun olan halk ayaklanmayacaktı. Bir devlet başkanı elbette sarayda oturacak, elbette devletine yakışan bir yaşantı içinde olacaktır. Bu saray da milletin malı olacaktır. Bugünkü dünya düzeninde halktan hiç kimse liderinin gecekonduda yaşamasını istemeyecektir. Ancak sarayda altın musluklar, altın oturaklar, altın kapı kolları her zaman tepki çekmiştir. Hele halktan yoksul olanlar varken bunların olması.

Doymayı bilmeyen yöneticilerin akıbeti buna benzer olacaktır. Kaddafi mevcut zenginliği ile yetinip, hiç olmasa bir zaman sonra bu bana yeter deyip, ülke gelirlerini halkı ile paylaşsaydı, belki bu acınası sona ulaşmayacaktı. Eceli ile ölse bile, altın muslukların diğer tarafta işe yaramayacağını anlayamadı.
Aşırı zenginlik, hırs, güç sarhoşluğu kendi eliyle sonunu hazırlattı.

Zenginlikler devlet içinde nefes alan her canlının ortak malıdır. Bunu sadece insan olarak almak bile yeterli değildir. Hayvanların bile o zenginliklerde payı olduğu bir adil düzenden söz ediyorum. Adil olmayan, güçle zehirlenmiş her yönetici bir gün bu akıbeti yaşayacaktır, kaçınılmazdır bu. Devlet zengindir, zenginlikler paylaşılır ancak yönetici kendisine biçilen maaşla yaşar. Sonsuz bir gelir hiçbir düzende yoktur.

Adil bir düzen, Müslüman olmayan insanlara bile cazip gelebilir, belki islama yaklaştırır. Geçmiş dönemlerde, adil mahkemeler neticesinde, İslami düzenin kadılarının verdiği kararlardan etkilenip, islamla şereflenen sayısız insan olmuştur.

Müslüman güce ve makama dayalı hiçbir kazanıma avuç açmaz. Kazanç bizim çalışmamıza, gayretimize ve başarımıza bağlı olmalıdır.

Peygamber Efendimiz (sav) zamanında malumunuz olduğu üzere zekât memurları vardı. Bunlar köyleri, beldeleri dolaşır ve topladıkları zekâtları getirir teslim ederlerdi. Yine böyle bir zekât memuru görevi dönüşünde Efendimize (sav) toplanan zekâtları getirip teslim eder. Gittiği yerlerde kendisine hediye olarak verilen şeyler de vardır. “Bunlar da bana hediye olarak verilenlerdir” der.

Efendimiz (sav) “eğer sen zekât memuru olarak gitmeseydin, bu hediyeler yine sana verilecek miydi” der. Zekât memuru “verilmezdi Ya Resulullah” diyerek onları da toplanan zekâta katmıştır. İşte Müslüman, kazancın bile geliş şekline dikkat eden insandır.

Güç sahibi olanlar, sadece “çok yaşa padişahım” tarzında alkışlayanları değil, tenkit edenleri de dikkate almak zorundadır. Bugün içinde bulunduğumuz kaotik durumun sebebi budur. Sadece şak şakçıların dikkate alınması. Belki baştaki bu düşüncede değil ama güce tapanları aşıp lidere ulaşmak mümkün olmuyor. Öylesine bir sarhoşluk ki bu, her kademedeki insan kendine bundan bir pay çıkarıyor.

Elimizde iman ölçer bir alet yok. Kimsenin de imanına kefil olmak mümkün değil. Ancak inançlı diye tahmin ettiğimiz, bildiğimiz bir insanın, adil yönetici olması yolunda engel teşkil ediyor bu insanlar. İçinde birinci gruptan insan var, ikinci gruptan insan, üçüncü gruptan insan var.

Bu zamanda adil bir idareci olmak pek zor. Dış dünya ile mücadele edilecek, iç mihraklarla mücadele edilecek. Hem de gelişmiş teknoloji ile donanmış her türlü hainliği ve kahpeliği şiar edinmiş bir güruh karşısında. Bu şartlarda adil kalabilen yönetici olmak imkânsız gibi. Biz, sadece Hz. Ömer’i (ra) anarak anlatacağız belki adaleti.

İmanla yaşamak elbette önemli. Ancak asıl önemli olan yaşadığı imanla son nefesini verebilmektir.

30.10.2015





















20 Temmuz 2018 Cuma

TARİKAT, CEMAAT VE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI


Bu konu üzerinde neden ısrarla duruyoruz?

Kökü on yıllara dayanan işgalin, başımıza yağmur gibi musibet olarak yağdığını herkes yakin olarak müşahede etti. Bu gerçekle yüzleşme olmasaydı, yazdıklarımız belki din düşmanlığı olarak algılanacaktı. ( Pensilvanya kaynaklı ihanet şebekesini 2002 yılında yazan Necip Hablemitoğlu irtica deyince, aslında kendisini destekleyecek olan dindarlar bile karşı çıkmıştı. Tehlikenin tespiti doğru ama isimlendirme yanlıştı. )

Hâlbuki maksadımız dinimizi İslam olarak muhafaza etmek, Müslümanları fitneden korumak ve sahtelere karşı uyarmaktır. Bunu yaparken sahte dindar, dini siyasete alet edenler, laiklik adına dini yasaklayanlar diye ayrım yapmadık.

Yapmadık, çünkü dini yasaklamak veya Müslümanları devletin istediği nizamda müslüman yapmakla, dini yozlaştırmak isteyen dış kaynaklardan beslenen hoca kılıklılar arasında hiçbir fark görmedik. İslamda bir tek nizam vardır, İslamın kendisi. Devlete göre islam, hocaya göre islam, şeyhe göre islam olmaz.

Diyanet İşleri Başkanlığını, Osmanlıda meşihat makamlığınca Şeyhülislam eliyle yürütülmesinden ele alıp şimdiki haline gelinceye kadar geçirdiği evreleri uzun uzun anlatmaya gerek yok. Aslında laik bir devlette olmaması gereken bu kurumun, bizim laikliğimizin de hilkat garibesi olması nedeni ile kesin bir ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.

Başlangıçta Diyanet İşlerinin, icraatlarına bakınca, kuruluş gayesi devletin istediği kalıpta Müslüman yetiştirmek olarak görünüyor. “Laik müslüman” rejimin ideal olarak gördüğü tipti. Kıble tayini yapmak, namaz vakitlerini ayarlamak, camilerde ezan okutmak ve namaz kıldırmak, Cuma günleri hutbe okutmak. İhtiyaç olursa diye cumhuriyet ilkelerini sarsmayacak şekilde fetva verecek fetva kurulu oluşturmak.

Cuma hutbelerinde hocalar Kuran’dan bazı ayetler okur. Sonra Peygamber Efendimiz döneminden menkıbeler anlatırlar. Bu anlatılanlar hayatımızda uygulanması gereken kurallar diye algılanmaz bile. İnsanlar Malazgirt meydan muharebesi gibi dinler ve çıkardı camiden.

Bir şeyi yasaklarsanız cazibesi artar. Merdiven altına iner demiştik. Şeyhler ve hocalar din eğitimi vermeye başlar. Bu oluşumlar gittikçe büyük cemaatlere dönüşünce, bu insanların toplum üzerinde etkisinin arttığını gören toplum mühendisleri boş durmaz tabi.

İslam cemaate önem verir. Bir arada olmak, birlikte olan Müslümanların aralarında sevgi bağının oluşması, saldırı karşısında birlikte hareket etmek gibi faktörler daha ilk yıllardan beri tavsiye edilmiştir.

Cemaatle ilgili Rahmetli Prof. Dr. Esat Coşan hoca “İslam'da cemaatle beraber olunması tavsiye edilir. Cemaatle beraber olmak "hakla", "hakikatle" beraber olmaktır! Tek başına olsa bile, hakikatle beraber olan cemaattir. Hakikatten kopmuş olanlar, milyonlarca da olsa tefrikadadır” demiştir.

Cemaati tavsiye ederken elbette “hakla, hakikatle” olanları kast ediyoruz. Zaman zaman içine İngiliz kaçmış dediğimizde nasıl anlam yükleniyor bu söze bilmiyorum. Maksadımız asıl kurucu beyinlerin onları kullananlar olduğunu, ya da daha sonradan şeyhin, liderin satın alındığını anlatmaktır. Baktığınızda İngiliz falan göremezsiniz. Bizden birileridir onlarda.

Esat Coşan hoca onu da “Bugün maalesef tüm İslâm âlemi emperyalist güçlerin sultası altındadır. Kuş uçurtmazlar, takip ederler... Hem de kendisi takip etmez... Amerika seni John'la takip etmez, Smith'le takip etmez. Adı senin benim gibi olan Müslümanla takip eder; canına okur. O milletin içinden çıkmış hain vasıtasıyla takip eder ve millete en büyük zararı, kendi içinden çıkmış insanlara yaptırır. Parayla satın alır, ajan edinir ve öyle kullanır” diye anlatıyor.

Bütün cemaat ve tarikatlar sahtedir, hocaların hepsi emperyalizme hizmet eder demiyoruz elbette. İyi olanları da vardır. Bunu ayırt etmek için biraz ilim sahibi olmak gerekir. Her fert dinini bilmek zorundadır.  Bilmek için de okumak gerekir ki doğru ile yanlışı ayıralım. Bunu da Esat Coşan hoca “Herkese ajan demiyoruz; metot bilmediğinden, ilimden uzak olduğundan emperyalist onu kullanır, fark etmez. Sahte bir takım organizasyonlar var, topluyorlar insanları etraflarında, ondan sonra onları toptan satıyorlar! Götürüyor, olmadık yere bağlıyor... Mü'min feraset gözüyle bunları anlayabilmeli. Hizmet ediyorum diyen insanları, organizasyonları irfan teraziniz ile tartın!” diyerek müminin ferasetine bağlıyor. Bilgi olmadan feraset olur mu? Emperyalist onu kullanır, o da insanları sürü gibi peşine takar.

Yazdığımız bir ayet için dahi “bunu ya benim hocam ya da filan hoca derse kabul ederim” diyen insan aslında Allah’ın tavsiye ettiği din dairesine değil, hocasının din diye sunduğu daireye girmiştir. Ayet, Allah’ın sözü olduğu halde onu hocasının tasdik etmesini istiyor. Çünkü hocası onun ilahı olmuştur, Allah’tan daha iyi bilmektedir. Yine Esat Coşan Hoca, “Böyle birtakım insanlara, organizasyonlara körü körüne bağlanmayın! Her birinize istiklâl tavsiye ediyorum. Hür olun, hizmeti kendiniz tespit edin, yapmaya çalışın!” diyor. Lakin bunun için bilgi gerekir. Bilgi de Allah’ın indirdiği kitap ve o kitabı bize getiren ve açıklayan peygamberimizdir. Ancak vatandaş hocasından başka ilah bilmemektedir.

Ne dinimiz ne de devlet hizmetleri tek kişi ile kaim değildir. Olmadığı zaman bütün faaliyetlerin duracağı insan yoktur. Hizmeti yapacak insanlar mutlaka bulunur. Emekli olmuş CİA elemanına gidip, “bu görev var ama senden başka yapacak kimse yok” demek ancak filmlerde olur. Esat Coşan hocamız ne güzel söylüyor. “Emperyalistlerin türlü oyunları var. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hâle gelirse, o kimseyi yok ederler, öldürürler, satın alırlar, tehdit ederler. Ne yapmak lâzım? Hizmeti yaygınlaştırmak lâzım, herkesin lider olması lâzım. "Tek lider, vazgeçilmez insan..." diye bir şey olmaz. Bakın, Filistinli çocuklarla niye başa çıkamıyorlar? Hepsi lider.”

İnsan sorgulayıcı olmalı. Mutlak doğru düşünen, her şeyi doğru düşünen insan yoktur. Onun için yanlışlar sorgulanmalıdır. Sorgulama olmayınca “Onun için, teşkilât kurdurtuyorlar; teşkilâtın başına kendi adamlarını, hain bir kimseyi koyuyorlar. Öteki insanların hepsini, üzüm salkımı gibi oraya buraya götürüyorlar” diyen Esat Coşan hocayı, 15 Temmuzda kendi halkını bombalayanlar doğrulamadı mı?

Hocasının huzuruna dört ayak vaziyetinde gidip, sonra geri geri çıkanları o hoca ikaz etmiyor ve bunu kabul ediyorsa, o hoca sahtekârdır. Siz okumayın, biz okur size anlatırız diyen hoca sahtekârdır. Çünkü maksat kayıtsız şartsız insanları kendisine bağlamaktır. Körü körüne bağlı olan insandan daha tehlikeli bir şey olamaz.  Esat Coşan hoca bile;

“Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neyli hizmet olmaz... Tabii olmayın kimseye!
Bana da tabi olmayın!
Bana tabi olursanız, beni sıkıştırırlar. Ondan sonra,
"Sen bu adamlarına şöyle yap!" derler.
İslâm'a, Allah'ın emrine tabi olun!
Allah'ın dinine hizmet edin!
Tek başınıza olsanız da, hakla beraber olun!
O zaman İslâm kalkınır; başka türlü kalkınamaz! “ diyor. Gerçek hoca böyle der işte. Çünkü görevi insanların Allah’a tabi olmasını, Allah’ın dinine hizmet etmesini sağlamaktır.

Dönem dönem aman fitne olmasın, bu yanlış ama söylemeyelim denmektedir. Yahut bana sağlanan bu menfaatlerime engel olur diye susmak, doğruları söylememek aslında en büyük fitnedir. Yine Esat Coşan hocamız ““Dirlik, düzenlik, birlik, beraberlik, organizasyon bozulmasın" diyorlar”” diyerek ne yapılması gerektiğini şöyle izah ediyor.

“Her biriniz İslâm için, kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün. Ama senin gibi aynı hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap! Yapmıyorsa, silkele at be! “
“Sen onu sırtında taşımak zorunda mısın?”
“Beni sırtında taşımak zorunda mısın?”
“Kimse kimseye hürriyetini vermesin! “
“Hürriyet aziz şeydir. İnsan, ancak Allah'a kul olur” diyen bu muhterem insan, istihbarat örgütlerinin tarzı ile trafik kazasında 2001 yılında hayatını kaybetti. Aslında bu bir suikasttı. Esat Coşan hoca açıkça görüldüğü gibi hizmet hareketi denen küfür hareketini tenkit ediyordu. Emperyalistlerin kontrolüne girmiş olan cemaat ve tarikatlar yıkıcıdır, öldürücüdür. Önüne çıkan engelleri gerekirse öldürerek ortadan kaldırır.

Bazılarının Diyanetin böyle bir görevi yok demesine rağmen DİB’nın sahte cemaat ve tarikatları ifşa etmek için çalışma başlattığını öğrendim. Camide namaz kıldırmaktan daha önemli bir görevdir bu. İnsanlar nasıl olsa birini imam yapar ve namazını kılar. Yanlış ilmihal bilgilerini, Kuran dışı davranışlarını isimleri ile anlatmak zorundadır.

Bunu yaparken özgür olmalı, hiçbir siyasi baskı altında olmamalıdır. Siyasilerin oya ihtiyacı vardır ancak gerçek din hizmeti yapanların oya ihtiyacı yoktur. Onlar Allah rızası için, Allah’ın dinine hizmet için çalışırlar. Siyasiler de onlara destek olmalı, oy kaygısı ile küstürmemek için doğruların gizlenmesini istememelidir. Aksi halde önceleri laik müslüman yetiştiren devlet, şimdi de sahte müslüman yetiştirmiş olur. Yeterince yetişmiş sahte müslüman var zaten.

Buna engel olmak isteyenler çıkacaktır elbet. Sadece din konusunda değil, hangi konu olursa olsun, yanlış bildiğini değiştirmeyen, doğruları kabul etmeyen yobazlar hep vardır. Zaten yobazlık bu demek değil midir?

Ayetleri eğip bükerek meal yazanlar var. “Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba eğip bükerler. Hâlbuki o, kitaptan değildir. Bu Allah katındandır derler. Oysa o, Allah katından değildir. Allah’a karşı, kendileri bilip dururken yalan söylerler” Al-i İmran 78 ayetinde anlatıldığı gibi.

Bir grup da vardır, ne kadar sahih olmayan hadis varsa onlara sarılmıştır. Hatta “öyle müteşabih hadis var ki duyunca başın tavana vurur” diyecek kadar cahildir. Hoca dediği tanrısı öyle öğretmiştir çünkü. Müteşabih hadis olmadığını dahi bilmez. Müteşabih ayet, bizim beşer aklı ile anlayamayacağımız ayettir. Peygamberimizin görevi bize anlatmak açıklamak olduğu halde, anlamayalım diye neden anlattığını dahi sorgulayamaz. Müteşabih hadis olduğuna inandırılmıştır.

Günümüzde medyada izlediğimiz, Kuran’a göre konuşan hocalar sosyal medyada anında linç ediliyor. Hayatında bir ayeti bile Kuran’ı açıp yüzünden okumamış tipler “kâfir” bile diyorlar o insanlara. Eğer Kuran diyorsanız, hiçbir ima olmasa bile anında “sen hadisleri, sünneti reddediyorsun” diye yaftalıyorlar. Hâlbuki Kuran’ı bilen, Kuran’ı anlatan insan hadisleri reddedemez. Çünkü Kuran,  “Peygambere uyun, onun yolundan gidiyor” diyor.

Duyduğumuz her şeyi sorgulamadan inanmak, paylaşmak fitne olarak yeter. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu dönemler bunlar. Kimse kimseyi hainlikle falan suçlamasın. Herkes önce kendine baksın. Yobaz sadece din konusunda değildir dedik.

 Sosyal medyada bir bilgi yayılıyor. Aradan zaman geçiyor bakıyorsunuz birileri yine sahneye sürmüş. Atatürk, Suud kralına telgraf çekip, Peygamberimizin kabrinin tek taşına dokunursan, ordumu alır güneye gelirim demiş. Bunu da bir gazeteci ile muhafazakâr yazar ve siyasetçi bir Prof.TV de konuşmuş. Tarih 26 Haziran 1919. Kimse sorgulamıyor. Bu sorgulamayanlar da sahte hocasını sorgulamıyor diye birilerini kınayanlar.

Hâlbuki düşünse ortaokul bilgisi bile yeter.

Atatürk henüz Atatürk değil.

Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.

Amasya Tamimi 22 Haziran 1919

Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919

Sivas Kongresi 4 Eylül 1919

Henüz ortada ne ordu var ne de silah.

Ordu falan yok ama Atatürk Suud Kralına “ordumu alır, güneye gelirim “ diyor. Ne zaman diyor? 26 Haziran 1919. Daha Erzurum kongresi bile yapılmamış.

Peki, Suud Krallığı var mı? O da yok tabi.

27 Mayıs 1927'de İngilizlerle yapılan anlaşmayla "Necd ve Hicaz Krallığı" bağımsız bir devlet statüsü kazandı. 1932'de devletin adı "Suudi Arabistan Krallığı" olarak değiştirildi. 

Sorgulayın diyenler de sorgulamıyor. Bunlar da kemalizmin yobazları. Tepeden iki gruba da bakın. Aralarında ne fark var?

Bir başka grup var, kendilerini zincirlerle döverler. “Kuran’dan ayet çıkarılmıştır” derler. Ayette geçmediği halde ilave yaparlar. Devletim de onlara söz verir, “cemevlerinin statüsünü tanıyacağız” der.

Rabbimiz insanın kendine eziyet etmesini, kendini öldürmesini ( intihar) yasaklamıştır. “Hiç şüphe yok ki Kuran’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız” Hicr-9 ( bu ayette, Kuran lafzı geçmemektedir. Nezzelna zzikr diye geçer. Zikr Kurandır.) ayeti korunduğunu söylediği halde değiştiğini söylemek küfürdür. Bir ayeti bile reddetmek küfürdür. Hele Peygamberimizin ayeti gizlediğini ve tebliğ etmediğini söylemek insan aklının alacağı şey değildir.

Bu görüşte olanlar ne Allah’ı Kuran’da anlatıldığı gibi anlamış, ne de Peygamberimizi övüldüğü gibi kavramıştır. Miracda bizim aklımızın almayacağı şeyleri gören, “benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” diyen bir peygamber, Allah’tan korkmuyor ve tebliğ et denilen ayeti gizliyor. Alevilerin dayandığı ayet “Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” Maide- 67 ayetidir. Aleviler “ Ey sevgili peygamberim! ( Ali hakkında) Rabbinden sana indirileni tebliğ et” derler.

Hicr-9 ayetinde Kuran değil, zikr denmekte ve o da Kuran’dır diye özellikle yazdım. Ancak Maide- 67 ayetinde Ali kelimesi hiç geçmemektedir. Onu parantez içinde kendileri ilave ederler. “Sevgili peygamberim” de yoktur.  Kuran’da 4 halifeden hiç birinin adı geçmez. Üstelik “Gadir-i Hum denilen yerdeki olaydan ilk dönem ravileri hiç bahsetmez” diyor Diyanetin İslam ansiklopedisi.

Bakıyorsunuz biri çıkıp, “Feto bahane edilip, Hak tarikatlara, mürşidlere saldıranlar var” diyor. Hangi tarikatın hak olduğunu nasıl tespit etmiş bilgi yok tabi. Hele mürşid nasıl tespit edilmiş, bu zamanın mürşidi kim o da belli değil. Daha önce mürşid dedikleri zatın kitaplarının hepsini okudum, mürşid çok hafif kalır. Adam resmen peygamber.

Diyanet işleri Başkanlığı bir kurul oluşturup, bütün cemaat ve tarikatları, alim sıfatı ile kitap yazanların kitapları mercek altına almalı. Vatandaş doğru ve yanlışı madem ayırt edemiyor, diyanetin açıkladığı sahteleri en azından devletin kurumundan öğrenir. Bu ülkeye ihanet eden cemaatler sadece Feto Ve Adnan Oktar mı? İnsanları kendine taptıran başka şeyh yok mu?

İtiraz edenler, “hukuken suç işlememiş ise bir şey yapılamaz, onun da görüşü öyle ve fikirlerini yazıyor veya söylüyor” diyorlar. Zaten biz de hukuken bir şey yapın demiyoruz. Eğer onun Kuran dışı fikirleri, din diye anlatma hakkı varsa, Diyanetin de bunun sözlerinin din dışı olduğunu söylemeye hakkı vardır. Özgürlük sadece sahte şeyhlere mi olacak.  

“Bir dezenformasyonun tesirli olması için %90’nın doğru olması gerekir” diyor Peter Dale Scott. Hocasının söylediği bazı sözleri başka yerden de duyan mürid, hocasının doğru olduğuna kanaat getirir. Onun için yanlış olanlar dikkatinden kaçar.

Müslüman aklını kullanan insandır. Müslüman okuyan, sorgulayan insandır. Müslüman kula kul olmayan, Sadece Allah’a kul olan insandır.

Alıntılar: Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocamızın 5. Mayıs. 1990 tarihli sohbetinden alınmıştır.  Bu linkten izlenebilir. https://www.youtube.com/watch?v=zNHoPcx1Pi0