22 Şubat 2015 Pazar

“ŞAH FIRAT” OPERASYONU


"Bunlar bir devlet değil, bir terörist gruptur. Ben, İslam Devleti terimini kullanmamayı tavsiye ediyorum, çünkü bu terim İslam, İslamiyet ve Müslüman terimlerine çağrışım yapıyor. Bu grup sadece, Arapların söylediği gibi DAESH, ya da benim bundan sonra kullanacağım gibi, DAESH katilleri" diyordu Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius. Onun için “IŞİD” demeyi bıraktık. İçinde İslam kelimesi geçen terör olamazdı.
 
DAEŞ Musul’da konsolosluğumuzu işgal ettiğinde ne dedi bu muhalefetteki muhteremler? “Neden orayı daha erken boşaltmadık?” Şimdi boşalttık bu defa “savaşmadan toprak kaybediyoruz” diyorlar. Tarih bilgileri zayıf muhteremlerin. Bu toprak kaybı değildir. Adımıza tahsis edilen ülkemiz dışındaki toprağın daha güvenli yere taşınmasıdır.
 
Eğer merak ediyorlarsa onu da diyelim. Savaşmadan ilk toprak kaybımızı 1948 yılında yaşamıştık. Meis adası ve 12 ada Yunanistan’a verilmişti. Şimdi Gürsel Tekin o tarihte iktidarda kim vardı, hangi savaş sonrası verdik cevabını versin.
 
 Süleyman Şah saygı karakolu nedir ona bakalım. Meraklıları ayrıntılı araştırabilir. Süleyman Şah ( dizide izlediğiniz Ertuğrul’un babası) Caber yönünde ilerlerken Fırat nehrinde boğulur. Hemen yakındaki Caber kalesinin olduğu bölgeye defnedilir. Kuş uçumu sınırımıza yaklaşık 30 km kadar güneydedir.
 
Fransa ile Türkiye arasında 1921 yılında yapılan Ankara Antlaşması uyarınca Suriye içerisindeki bu bölge Türk toprağı olarak kabul edilir. Türbenin muhafazasını sağlamakla görevli olan Jandarma İhtiram Kıtası'nın ikameti için 30 Mayıs 1938 tarihinde bir karakol yaptırılır.
 
Türkiye ile Suriye heyetleri arasında 1956 yılında Halep'te yapılan üst seviyede bir toplantıda düzenlenen tutanak uyarınca türbe için gönderilecek ihtiram kıtasının her ay değiştirilmesi kabul edilir.
 
Suriye hükümeti, Fırat Nehri üzerinde inşa ettiği Tabka Barajı'nın 1973'te su toplamaya başlamasıyla Caber Kalesi'nin tamamen baraj suları altında kalacağını ileri sürerek, Türk hükümetinden türbenin yerinin değiştirilmesini veya Türkiye'ye naklini talep edilir.
 
Görüşmeler sonucunda türbe, müştemilatıyla birlikte Halep-Hasseki yolu üzerindeki Karakozak köyü yakınındaki yeni yerine nakledilir.
 
Suriye tarafından, 1995'ten itibaren bu kez de Fırat Nehri'nin daha üst kotlarında inşasına başladığı Teşrin Barajı nedeniyle, Karakozak bölgesindeki türbenin bölge dışında başka bir yere ya da Türkiye'ye taşınması hususunu yeniden gündeme getirilir.
 
Bunun üzerine, Türkiye ile Suriye arasında yapılan görüşmeler sonucunda, türbenin mevcut yerinin baraj gölünün olumsuz etkilerinden korunmasını temin için tahkim edilmesine karar verilir.
 
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünce, 22 Ocak 2003 tarihinde Ankara'da imzalanan "Süleyman Şah Türbesi Tahkimat Projesinin Uygulanmasına İlişkin Ana Tutanak" uyarınca çalışmalara başlanırken, türbenin yerinde kalması ve Teşrin Barajı sularından etkilenmemesi için çevresindeki duvarların altına 11,5 metre boylarında 880 fore kazık ve geçirimsiz tabaka koyulur.

Türbenin çevresine beton duvar örülerek taşlarla kaplanır ve 2 bayrak direği dikilir. Mevcut karakol binası yıkılarak ihtiyaçlara cevap verecek modern bir karakol binası yapılır.
 
Arap baharı denilen Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması ve sınırların çizilmesi operasyonunun dışında değil ülkemiz. Ülkemizdeki olaylar da geriye dönük bakıldığında gezi provokasyonu, 6-7 Ekim provokasyonu bundan bağımsız değildir. Bunu anlamak için öyle “allame-i cihan” olmaya gerek yok. Muhalefet olmayın, milli olun yeter.
 
Bize bilgi akışı gelmediğine göre medyadan edindiğimiz izlenim bu operasyon aslında 2014 den bu yana adım adım programlanmış. Geriye dönük istihbarata bakmak yeter. O tarihte daeş bölgede etkinliğini arttırınca türbe ve cami düşmanlığı nedeni ile boşaltın demişti.
 
Daha önceki yıllarda muhatabımız olan Suriye devleti vardı. Bu topraklara yapılacak saldırı ikili anlaşmaya göre devletimize saldırı olarak alınacaktı. Peki, şimdi orada devlet var mı? Böyle bir saldırı olursa kimle savaşacağız? Daeş’le diyenler olacaktır. Evet, savaşır onları mağlup eder, sonra da Esed güçlerine teslim ederiz bölgeyi. Bir devletin terör örgütü ile açıktan savaşmak akıllıca bir fikir değil. Hem bizi ilgilendirmiyor da.
 
Kendisi baş edemeyip bölgeyi terk edip, sonra onunla ticaret yapan bir ülkeye yardım etmiş olmanın mantığını ancak muhalefetimiz kavrayamaz. Muhalefetimiz yaklaşık 90 yıldır aynı nakaratı tekrarlar. İnsanlar da buna inanırlar. Hani Padişah Vahdettin “ülkeyi bölün, paylaşın ama tacıma tahtıma dokunmayın” demişti.
 
Şimdi muhalefetimiz ülke parçalansın, iktidar başarısız olsun ama yeter ki bu iktidar gitsin zihniyetinde. O “tahtım yerinde kalsın” aptallığını Padişah yapmadı ama muhalefetimiz yapıyor. Devlet yıkılınca muhalefetlerinin de kalmayacağını hala anlamamışlar.
 
Eğer anlaşma yapılan devlet ortada yoksa yeni oluşumlar varsa bu oluşuma göre tavır almak hakkımızdır. Madem söz anlamayan, ne yapacağı belli olmayan bir örgüt vardır karşımızda, ona göre tavır almak, askerimizi korumak görevimizdir.
 
Başlangıçta Daeş örgütünün böyle bir niyeti yoktu, bunu sosyal medyadan duyuruyorlardı. Daha önceki yazımızdan hatırlarsanız tabandaki insanlar cihad yaptığına, kâfirle savaştığına inanıyordu. Türkiye ile sorunları yoktu. Ancak geçen zaman içinde ipleri elinde tutanlar Daeş yönetimine görevlerini hatırlattı. Türkiye taciz edilecek ki savaşın içine çekilsin.
 
Savaştan çok çapulculuk yapan bir örgütün insafına bırakmak yerine, bölgede bundan sonraki gelişme ve değişime göre daha güvenli bölge oluşturmak, askerimizin güvenliğini sağlamak en akıllıca yoldur.
 
Paralel medyanın yazdığı gibi karakol imha edildi mi bilmiyorum, diğer medya organlarında rastlamadım. Ancak doğru ise bile son derece yerinde bir karardır. Savaşta çekildiğiniz bölge imha edilir. Hatta geriye götürme şansınız olmayan, bırakacağız silahlar kullanılmasın diye mutlaka parçaları sökülür. Eğer yapılmışsa yapılan budur.
 
Türkiye bölgede mücadele için en akıllıca yolu izlemektedir. Eğit-donat ile Esed güçleri, Daeş, terör örgütleri ile savaşacak güç oluşturulmaktadır. Muhalefetimiz bölgedeki yeni oluşumda devletinden yana olmak yerine, yabancı güçlerle birlikte hareket etmeyi seçmiştir. Bu ayıp onlara yeter.
 
Bana göre yerinde bir operasyon hatta geç bile kalınmıştır. Sınırımıza yakın, daha etkili koruma sağlanacak bir toprak parçasında bu sembolik alanın oluşturulması son derece isabetlidir. Kaybedilen toprak yoktur.
 
Biz bu konudaki hassasiyetimizi Kardak olayında gösterdik. Orada karasularımızın değişimine kadar gidecek bir oyun oynanmak istendi ve gerekli cevap verildi. Burada yine bir toprağımız olacak hatta daha önce iki defa yeri değişmiş bir toprak. Saldırı olduğunda siz yetişinceye kadar kayıpların olacağı bir bölge mi, yoksa yürüme mesafesindeki bir bölge mi sizce daha uygundur.
 
Bu operasyonda gördüğümüz önemli nokta paralel medya olayı tam öğrenememiş. Kenardan bazı bilgiler alınmış ama tam bilgiye ulaşılamamış. Bu sevindirici bir gelişmedir. Paralel unsurlar devletten temizleniyor demektir. Paralelin ihbarcısı “fuatavni” boşa vurmuş bu defa.
 
22.2.2015
 
 
 
 

16 Şubat 2015 Pazartesi

KADINA YÖNELİK ŞİDDET



Ülkemizde yaşanan kadına yönelik şiddeti siyasi malzeme yapıp, sanki 15 yıl önce yokmuş şimdi hortlamış gibi algı oluşturmaya çalışanlar boşuna çabalıyorlar. Çünkü kadına yönelik şiddet sadece Türkiye’nin değil bütün insanlığın sorunudur.

Şiddet nedir peki? Şiddet Sertlik, katı ve kaba davranış, bedene zor uygulama, bedensel zedelenmeye neden olma, kişisel özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama, büyük güç, haşinlik, rahatça gelişmesini ya da tamamlanmasını engellemek üzere bazı doğal süreçlere, alışkanlıklara yersiz kısıtlamalar getirme.

Sözlük anlamı bu olan şiddetin, kullanım alanının ne kadar geniş olduğunu da görüyoruz. Şiddetin yol açtığı zarar kimi zaman kişisel, kimi zaman toplumsal, kimi zamanda örneklerini gördüğümüz gibi yok etmeye yönelik.

Şiddeti biçimlerine göre ele aldığımızda ise sadece fiziki zarar ile açıklamak mümkün değil. Fiziksel, duygusal-psikolojik, sözlü, cinsel, ekonomik ve daha başka biçimlerde karşımıza çıkıyor.

Kişinin kendine uyguladığı şiddet olduğu gibi, kişiler arası şiddet ( aile içi dâhil), bir de örgütlü şiddet. Savaşların aslında örgütlü bir şiddet olduğunu sanırım çoğumuz bilmiyorduk.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Dünya SAĞLIK Asamblesinde şiddetin boyutları ele alındığında halk sağlığı önceliklerinden biri olduğunu kabul etmiştir. DSÖ üyesi olan 191 ülkeden 1200 civarında delege 1997 yılında Cenevre’de toplanmış, şiddet ile mücadelede uluslararası bir eylem planı yapılmasına oy birliği ile karar vermiştir.

Kayıtlarda pek geçmese de hemen her ülkede kadına yönelik şiddete sıklıkla rastlanmaktadır. ABD’de her iki evlilikten birinde fiziksel şiddet söz konusudur. Travma nedenlerinin başında sık karşılaşılan dayak gelmektedir.

Şiddete maruz kalma neticesinde fiziki yaralanmalar, hematomlar, diş kırıkları, burun-dudak yaralanmaları, bilinç kaybı, ilaç ve alkol kullanımı ortaya çıkmaktadır.

Kadınlardaki alkolizmin %40’nın nedeni şiddettir. Kadın psikiyatri vakalarının %50’sinde şiddet geçmişi vardır. Kadınlardaki intihar girişimindeki vakaların %50’sinde dayak olayı bulunmaktadır.

BM kadının statüsü komisyonu tarafından 1993 yılında bu saydığımız şiddetin dışında, gelenek ve göreneklere bağlı uygulamaların da bu tanımlama içine alınmasına karar verilmiştir.

Kanunlarda tecavüz olayı fiziksel zorlama, vücuda zarar verme yahut kurbanın zihinsel gerilik, ruhsal hastalık veya ilaç etkisi nedeni ile rıza gösterme imkânının olmadığı durumlarda bir ergene ya da yetişkine cinsel girişim olarak tanımlanmaktadır.

ABD’de yetişkin kadınların %20’sinin, yüksek okul öğrencilerinin %15’nin, yetişme çağında olanların %12’nin cinsel kötü davranışa ya da saldırıya uğramakta.

Genel inanışın tersine ırza geçme olayı azımsanmayacak bir sayıda. Ancak kayıtlarda geçmemektedir.  Malezya, Peru, Meksika, ABD’de yapılan araştırmada tecavüze uğrayanların çoğu kendilerine saldıran kişiyi tanımaktadır. Özgecan olayında olduğu gibi rastgele biri olmamakta.

Kadınların yanı sıra küçük çocuklar da cinsel tacize uğramaktadır. Tecavüze uğrayanların büyük kısmını ( %36-%58) 15 yaş ve daha küçük çocuklar oluşturmaktadır.

Özellikle saldırıya uğramaya aday bir risk grubu tanımlanmış. Özellikli olmayan, tecrübesiz, ikinci bir iş bulma şansı olmayan dul kadınlar, iş yerinde hiyerarşik olarak bir erkeğe bağlı olan kadınlar. Ayrıca BM göçmenler yüksek komisyonu göçmenlerin büyük risk grubu oluşturduğunu bildirmektedir.

Gözaltına alınan kadınların cinsel tacize uğraması veya ırzına geçilmesi birçok ülkede hala yaygın uygulama alanı bulmaktadır. Savaşlarda ırza geçme olayı yeterince rapor edilmediğinden sayı olarak bilinmemekle birlikte çok yaygındır. Hatta toplumsal bağları koparmak, direnci zayıflatmak amacı ile ırza geçme stratejik olarak kullanılmıştır.

Etnik çatışmalarda ırza geçme hem askeri bir strateji hem de milli bir politika olmakta, eski Yugoslavya’da olduğu gibi etnik temizlik maksadıyla kullanılmaktadır.

Kadınların iş yerinde istemedikleri halde çimdikleme, okşama, laf atma, ırza tecavüz gibi cinsel taciz bütün gelişmiş ülkelerde gizli kalmış bir sorundur. Çünkü güvencesiz çalışma şartları altında işini kaybetme korkusu ile yakınmada bulunmamaktadırlar.

Avrupa topluluğuna üye ülkelerde çalışan kadınların %35’i, ABD ‘de %42’si iş yerinde cinsel tacize uğradıklarını belirtmişlerdir. ABD’de eşlerinin fiziksel saldırısına uğrayan kadınların oranı ise %46’dır.

Şiddete maruz kalan kadınların çoğu polis, sağlık görevlisi, arkadaş, aile bireylerinden yardım istediklerinde ciddiye alınmadıklarını belirtmişleridir.

Şiddet, ölümcül olmayan ve ölümcül olan sonuçlar doğurmaktadır. İntihar vakaları ve öldürme.

Görüldüğü gibi kadına karşı şiddetin dini, ırkı, gelişmişlik durumu böyle bir ayrım yapmaya imkân vermiyor. Gelişmiş ülke olarak görülen ABD’de kadına karşı şiddetin ülkemizden daha fazla olması, bunu siyasi olarak kullanmak isteyenlere, dine bağlamak isteyenlere kapıları kapatıyor.

Aksine bizim aile yapımızın diğer ülkelerden daha sağlam olması, sorunun çözümünde onlardan bir adım önde olduğumuzun ispatıdır. Hasta ruhlu insanlar bitmeyeceğine göre, onları da caydırıcı cezalar ile etkisiz kılmak mümkündür.

Biz alışkanlığımız gereği sorunları aslına uygun tartışmak yerine, mecrasından saptırarak iktidarlara tepki vermek amacıyla iktidarları tecavüzcü yerine koyuyoruz. İktidar tecavüzcüye idam cezası getirse, nerdeyse tecavüzcüme dokunma eylemi yapacak tavır içinde olanlar var.

Netice olarak, yaradılış bakımından zayıf olanın güçlü olan tarafından ezilmesi, hırpalanması, hayatının sonlandırılması bir insanlık sorunudur. Çözümü için sağlam hukuki düzenlemeler gerekmektedir. Sokaklarda slogan atarak, dans ederek çözülmesi mümkün değildir.


16.2.2015

Kaynaklar:
1.Kadına yönelik şiddet ve çözüm yolları. Toplum ve hekim dergisi-1996
2.E.Tıp fak. Öğrencilerinin kadına yönelik şiddet araştırması-Toplum ve hekim dergisi
3.DSÖ 1998 raporu
4.WHO konsultation-1996
5.TC kadının statüsü ve sorunları genel müd. Yayınları-1998
6.Toplum hekimliği bülteni-1999


14 Şubat 2015 Cumartesi

ÖLÜMÜ ÖLDÜREN “KISAS”



“Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ey temiz akıl sahipleri. Ümit edilir ki korunursunuz” diyor Rabbimiz Bakara 179’ncu ayette. Kısas öldürme olduğuna veya misliyle karşılık verme olduğuna göre nasıl hayat oluyor?

Öyle ya hem öldüreceğiz hem hayat var diyeceğiz. Nasıl mantıksa…

Bir makineyi, bir cihazı en iyi onu icat eden, yapan bilir. İnsanı yaratan Allah, yarattığı insanın nasıl bir yapıya sahip olduğunu bilmez mi? İnancı olmayan, Kuran’a inanmayan insan, buradaki mantığı anlayamaz tabi.

Anlamadığı için de, ilahi adalet prensiplerini bir kenara bırakıp, kendi kafasına göre adalet tesis ederse, daha çok Özgecan’lar kaybederiz biz.

Başka bir yerde Nur Suresi 2 nci ayette de “ Allah’ın dinini tatbikte sizi onlara karşı bir acıma almasın” diyor Rabbimiz. İdam cezasını kaldırırken acıma hissimiz nedeni ile mi kaldırdık? Elbette hayır, dini çağrıştıran ne varsa onu kaldırma hevesimizden kaynaklı bir uygulama bu.

Kafasını taşla ezerek öldüren biri, kafasının taşla ezileceğini bilirse böyle bir cinayeti işler mi? Özgecan’ın katillerine önce birkaç bıçak darbesi, sonra başları taşla ezilerek öldürme cezası uygulansa, sizce bundan sonra böyle bir cinayet yaşanır mı?

İlahi adaletin öldürme ile getirdiği hayat bu işte. Öldüreni öldürerek, öldürmeyi ortadan kaldırıyorsunuz.

Bunu anlamak için elbette “temiz akıl sahibi” olmak gerek. CHP’li vekil Aylin Nazlıaka ve o zihniyette olanların yaptığı gibi dansla önleyemezsiniz. 




Katil cinayet işlesin, siz sokaklarda dans edin hem de sırıtarak. Bence çok etkisi olmuştur bu sırıtışın cani ruhlu insanlar üzerinde. Hepsi kokudan titriyordur şimdi.

Herkes birbirini suçluyor. Devlet Bahçeli " saraydaki diyordu ya, biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerin sorumlusuyuz, o zaman sorumlu ve suçlular ayağa kalkmalıdır" diyor. Bir vahşet yaşandı bazıları hiç dahli yokmuş gibi kenardan kenardan konuşuyor. CHP zihniyetini hiç söylemiyorum bile.

İçinde idam cezası olan yeni bir anayasayı yapmaya destek olmayan herkes suçlu. Kesinlikle idam cezası geri gelmeli ve suçun ispatından sonra acilen ceza uygulanmalı.

Toplumdaki bazı canavar ruhlu insanlar üzerinden kadın cinayetlerini bahane ederek bütün erkekleri suçlayan kadınlar güruhu meseleyi sulandıran, özünden uzaklaştıran bir tavır içindeler.

Bazı cinayetlerin aldatma üzerine gerçekleştiği hepimizin malumu. Bu tür cinayetlerden sonra bütün kadınların kahpe olduğuna dair bir teoriyi ortaya atanı duydunuz mu? Birkaç ahlaksız kadının davranışını, bütün kadınlara teşmil etmek mümkün mü?



Hedefleri aslında din olan “sevişirim doğurmam”  diyen bu mahlûkatlar bilsin ki, karşı çıktıkları ilahi kurallar aslında kendilerine hayat veren kurallar.

Din bir hayat, bir yaşama biçimidir. Bundan uzaklaştıkça toplumda daha çok canavar yetiştireceğiz. Sonrada canavarları bu psikolojik bozukluklarından kurtarmak için sokaklarda sırıtarak aptalca dans edeceğiz.

Kesinlikle ve kesinlikle milletvekili olmak için zekâ testi şartı getirilmeli.




15.2.2015