Eğri
oturalım ama doğru konuşalım. Dokuz köyden değil doksan dokuz köyden kovulsak
bile bunu yapacağız.
Darbe
değildi tabi, başarısız darbe girişimi dedik. Sonra düzeltme yaptık, kalkışma
oldu adı. Bir çetenin ülkeyi ele geçirme çabası, yani bir isyan, yani
“istemezük, hoşafın yağı kesildi” tavrı. Orada yeniçeriler yerli idi. Burada
kıyafetine bakıp bizim askerimiz desek bile bunlar yabancı askerler.
Yabancı
askerler çünkü kendi halkına ateş ediyor, kendi meclisini bombalıyor, Türk Bayrağına
ateş ediyorlar. Ediyorlar, lakin sembolü Türk bayrağı olan ülkeyi yönetmeye
kalkıyorlar. Bunlar bizim askerimiz değil, bunlar düşman askeri.
Olsun
bizim geleneğimizde var, ordu darbe yapar. Ben de dahil hepimiz ilk dakikalarda
ordu bildiğimiz darbeyi mi yapıyor yoksa birileri isyan mı ediyor diye anlamaya
çalışmadık mı? Peki, ordu darbe yapıyorsa ne yapacaktık?
Şimdi
kanallar gün boyu saat 16:00’dan itibaren neler oldu onları veriyor. İsyan 15
Temmuz günü işte tam o saatte aniden başladı çünkü. Bu insanlar, bu ülkede
yaşamıyordu. Tam o saatte aniden uzayda bilinmeyen bir yerden ışınlanmıştı.
Her
olayda olduğu gibi sonuç ile ilgileniyoruz. Sebepler kimseyi ilgilendirmiyor.
Elin gâvuru kendi ülkesi değil, Dünya için 50-100 yıllık planlar yaparken, biz
başımıza gelen musibetlerin sebebini merak etmiyor ve tartışmıyoruz.
“Meclis
bombalandı, özel harekât polislerinin karargâhı bombalandı, sivil halka ateş
açıldı, tanklar içindeki insanlarla birlikte araçları ezdi” deniyor. Evet,
bunların hepsi yapıldı.
Herkes
birbirini suçluyor, sen sebep oldun diye. Hâlbuki isyan 30-40 yıl önce
başlamış. Gümbür gümbür gelmiş. Şimdi sadece suçu başkasına yükleme çabasında
insanlar. Bu süre içinde ülkeyi yönetenlerin hepsi sorumlu.
12
Eylül’de darbe yaptı Kenan Evren, “silahlı kuvvetler yönetime el koydu” diye
açıklama yaptı. Aslında yönetemiyordu. Yönetenler ülkeyi yönetiyor, o da
yönettiğini sanıyordu. Bu güne kadar gelen bütün yöneticiler böyle oldu. Kürsüde
kadınların başörtülerini gündem yapan konuşmalar yapıyordu. Ülkenin
ilerlemesinin önündeki tek engel kadınların başörtüsü idi.
Sonraki
her iktidar döneminde isyancılar devletin damarlarına nüfuz ediyor. Devlet
adeta kronik zehirlenme yaşıyor. Siyasi iktidarlar oy kaygısı ile görmezden
geliyor. Siyaset üzerinde bütün ağırlığı ile çöküyorlar. Yine kimsede ses yok.
Ekonomik güçleri var, medya güçleri var.
Asker
bu arada tehlikeyi seziyor. Mücadele ediyor ama devletin damarlarındaki
virüslerle değil. İslamı düşman olarak görüyor. Bütün müslümanlar potansiyel
tehlike. 28 Şubat böyle geliyor. Atatürk adına, ne kadar müslüman varsa
temizleniyor. Kemalizm bu idi çünkü. Kimse demiyor ki, dinini tam bilmese bile
çoğunluğu müslüman olan bir ülkede islamla mücadele etmek nasıl bir mantıktır.
Bu
arada muhtemelen gerçek dindar, vatan ve millet sevgisi olan subaylar ordudan atılıyor.
İfşa olmasın diye gözleri ile ima yoluyla güya namaz kılan, içki içen, virüsler
yerlerinde kalıyor. Hâlbuki asıl tehlike bunlardı.
Vatandaş
askerinden soğuyor. Ordusu için dinsiz demeye başlıyor. İşte virüsün yayılmasına
uygun bir ortam. Kaygısı din olmayan her türlü cemaat ve tarikat bu defa
vatandaşın beynine nüfuz ediyor.
Fetullah
Gülen diye bir “hoca efendi” var, müslüman gençler yetiştiriyor. Bunlar yarın
devlet kadrolarında yer alacak. Namaz kılan bir Cumhurbaşkanı, namaz kılan bir
Genelkurmay Başkanı olacak. Kulağa hoş geliyor.
Başlangıçta,
devleti devlet gibi yöneten idareciler olmadığı için ve hedef yanlış seçildiği
için istihbarat örgütlerimiz de virüslerle ilgili çalışma yapmıyor. Her yönetim
kadrosunun kendisine göre belirlediği bir düşman var. Birinin düşmanı islam,
diğerinin düşmanı dinsiz devlet. Başında “milli” ibaresi olan istihbarat
örgütümüz ABD ve İsrail istihbaratına dönüşüyor. Artık isteseniz de doğru bilgi
alamazsınız.
Tanrı
yerine koydukları adam rüyasında Peygamber Efendimizi görüyor, ondan talimatlar
alıyordu. Ağlayarak salya, sümük “rüya değil Resulullah karşımda temessül (
cisimlenme ) etti” demeye başlıyor. Artık Peygamber Efendimizle yüz yüze
görüşme başlıyor.
Bu
arada biz yazıyoruz. Bari Kuran okuyun, söylenenlerin Kuran’a ters düştüğünü
göreceksiniz. Gerçek hoca ile sahte hoca farkını görsünler diye. Bu defa
Şeyhleri tarafından uydurulmuş sözleri din yerine koyan güruh saldırıyor. “Sen
Peygamberi reddediyorsun, Kütüb’i Sitte’yi reddediyorsun “diye. Uyandırmak için
örnek verdiğimiz sözlerin Kütüb’i Sitte’de olmadığını dahi bilmeden. Bunlar da
şeyhini tanrılaştıran başka bir güruh. Hatta Kuran okuyun dediğimiz için “kâfir”
diyenler bile çıktı. İslam tarihinde bir ilktir bu.
Bir
grup uyduruk sözlerle islamı yaşıyor, diğer grup tanrısının direktifleri ile
ülkeyi ABD’ye bağlamanın mücadelesini veriyor. İkisi de ülke için potansiyel
tehlike. Etki tepki olayı. Dini yasaklamaya kalkarsan, naylon dinler türer.
28
Şubat’ın külleri üzerine bina edilen bir parti iktidara geliyor. Çok insan
başında Erdoğan’ın olmadığı bir seçimde bu partiye oy veriyor. Yani diyorlar ki
“ben sisteme tepkiliyim.”
Sonradan
Erdoğan liderliğinde yönetim başlıyor. Çok iyi şeyler yapılıyor millet ve ülke
menfaati için. İktidar devam ediyor sonraki seçimlerde. Bu defa liderini
kutsallaştıran seçmenler doğuyor. Ancak bu parti kurulmanın akabinde iktidar
olduğu için kadroları yok veya yetersiz. Kadrolaşmak istiyorlar.
Devletin
damarlarındaki virüsler bu kadroları sunuyor Başbakana. Mantıklı geliyor,
namazında niyazında insanlar, bunlardan zarar gelmez diye düşünüyor sanırım.
“Ne istediler de vermedik” sözü bu dediklerimiz anlamak için ışık tutuyor bize.
Aklınıza
gelen her bakanlık, her kurum “cemaat” denilen yapının kontrolünde artık.
İmtihanları onlar yapıyor, soruları onlar hazırlıyor. Hazırlamak yetmiyor kendi
elemanlarına soruları veriyor. Daha önce belki %50 “cemaat” kontrolünde olan
kurumlar şimdi tamamen onlara teslim.
Artık
Erdoğan istese de doğru şey yapamaz. Müsteşarlar paralel, danışmanlar paralel,
medya paralel, bakan paralel, yaver paralel. Yani şah damarına girmişler
Erdoğan’ın.
Buradan
sonrası önemli. Kör bir Erdoğan düşmanlığı güdenler de Erdoğan’ı
kutsallaştıranlar da iyi okumalı bence.
28
Şubat döneminde toplum zaten kutuplaşmıştı. Şimdi Erdoğan veya Ak parti toplumu
kutuplaştırdı diyenler işlerine gelmediği için bunu görmüyor. Bir tarafta
Kemalizm adına din düşmanlığını destekleyenler, diğer tarafta yıllarca zenci
muamelesi gerenler. Burada zenciler haklıydı.
Bu
psikoloji içindeki toplum Ergenekon, balyoz v.s denen garabetle karşılaştı.
Olması gereken oldu. Kendilerine zenci muamelesi yapanlar yargılanıyordu.
Kimden yana olmaları gerekirdi? Haliyle devletten yana, yargıdan yana
olmalıydılar, öyle de oldu. Bir şey vardı gözden kaçan, devlet dedikleri yapı
aslında devlet değildi.
Genelkurmay
Başkanına çete kurdurdular. Kimse itiraz etmedi. Biz dedik mesele
sulandırılıyor, eğer darbeci ise bu askerler darbecilikten yargılayın. Bir
Genelkurmay Başkanının çete kurmasına ihtiyacı yok ki. Kenan Evren çete kurarak
mı darbe yaptı? Çete tabiri cazip geliyordu, bir aşinalık vardı bunu
yapanlarda. Dedik ya, bunları yapan devlet değildi, bir çete idi. Onun için her
karşı olan insanı, çete mensubu olarak ilan ediyorlardı.
Seçmen
alkışlıyor. Normaldir, liderleri taraftı çünkü. Muhafazakâr medya denilen medya
kayıtsız şartsız destek veriyor. Bir iktidar kendisini destekleyen medya yoksa
ayakta kalamazdı elbet. Ama destek olan medya tehlikeyi görüp uyarma görevini
de yapmıyor. En azından iktidarın devamı için, yanlışlardan dönülmesi için.
Medyanın
bir kısmı, devlete ve kendilerine karşı olan ordu mensuplarına savaş açan
çetenin kendisiydi. İleride yapacakları her türlü darbe veya baskın için
temizlik yapıyorlardı. Girdikleri her kurumu tamamen ele geçirme taktiği ile
saldırıyorlardı.
Askeri
casusluk davasında 300-500 subay casus olarak yargılanıyordu. Türk tarihinde
askeri casusluk olayına belki bir veya iki defa rastlanmışken, nasılsa bu kadar
subay veya askeri personel bir anda casusluk yapmıştı.
Bahsettiğim
bütün konular hakkında yazılar yazdım. Eğer bu yazıların linklerini verecek
olursam bir sayfadan fazla yer tutar. Muhafazakâr medyaya yanlışları yazın,
sosyal medyada yanlışları söyleyin, iktidar hata yaptığını anlasın dedik.
Paralel
olmayan medya mensupları için de para hırsı ve uçakta masa etrafında oturmak,
şöhretli olmak duygusu vatan ve millet sevgisinden öndeydi. Yazılarına, karşı
yazılarla cevaplar verdim ya cevap bile vermediler, ya da “abi üslup çok sert”
dediler.
Erdoğan,
hakkında yazılanları gördükçe, sonsuz bir özgüvene kapıldı. Yağcı medya,
kriptoları gazetelerine yazar yapıyor, Baykal devrilmese hala yanında olacak adamı
televizyonlara çıkarıyor. Birkaç gün sosyal medyada Atatürk’e söven sonra
“cumhurbaşkanım beni yanına al” diyen yağdanlık bakıyorsunuz muhafazakâr
medyada yazar olmuş.
Son
zamanlarda yaklaşan tehlikeyi gördükçe, madem iktidardan yanasınız, göreviniz
onu korumak, yanlışları söyleyin ki görevinizi yapmış olun. Hatta aldığınız
paranın hakkını verin bile dedim.
Soruyorum
şimdi, aldıkları paranın hakkını verdiler mi? Destekledikleri iktidarın
yönetimindeki ülkenin hali bu ise eğer. Biraz gözden düşen bu medya mensupları,
köşe kapmak uğruna kavgaya bile tutuştular. Arpa ne kadar kutsal değil mi?
Devlete
sahip çıkmak yerine toplumu kutsal lidere inandırdılar. Ak parti yapıyorsa
doğrudur kıvamına geldik. Şeyhim, hocam diyorsa doğrudur, ayete ters düşse bile
diyenlerden farkı ne?
Bir
ABD projesi olan çözüm ile ilgili yazdık, sosyal medyada “sen ne anlarsın”
diyenler oldu. Bunlar dünkü çocuklardı. Yağcı medya onlara doğru bilgiler
veriyordu çünkü. Biz anlamıyorduk. Suriye politikası başta doğru gitti, Amerika
politika değişti biz de değişelim dedik, “sen bundan da anlamazsın” dediler. 15
Temmuz akşamı emre uyan askerlere eziyet etmeyin, etkisiz hale geldikten sonra
devlet yargılasın dedik, bak ateş ediyorlar dediler.
O
gece kötü olaylar yaşandı elbette. Buna rağmen ceza verme görevi devlete
aittir. Çünkü kalabalık halk o psikoloji ile masum insanların da canını
yakabilir. Ne dediğimiz anlamadılar. Darbe görmeyenler tecrübeli ve biliyordu,
biz bilmiyorduk.
11
Eylül 1980 gecesi nöbetçiydim. Kriptolu mesaj geldi. İlgili arkadaşı çağırdım.
Mesajı çözdü ve komutanımıza gitti. Biraz sonra komutan geldi. “Topla milleti”
dedi. Herkesi evinden kaldırdık ve toplantı yapıldı. Bizlere görevler verildi.
Herkes birliğinin başına gitti ve bulunduğumuz küçük ilçe bir saat sonra
kontrol altına alınmıştı.
Neden
bunlar oluyordu komutanımız söylememişti. O dönem ülke çatışmalarla
boğuşuyordu. Güvenlikle ilgili tedbirler alınıyordu herhalde. Mezun olalı iki
yıl olmuştu. Tecrübesiz bir subaydım. Sabah olduğunda sokağa çıkmayın denildi
vatandaşa. Öğlen vakti böbreğim ağrımaya başladı. İlaç almak için kışlaya
döndüm. Küçük bir pilli radyom vardı onu da aldım. İnternet yok, cep telefonu
yok, iletişim yok.
Dönüşte
radyoyu açtım. Araçta şoförüm ve ben varız. Radyoda Genelkurmay Başkanımız
“ordu yönetime el koydu” diyordu. Şoförüme evlat galiba darbe yapmışız dedim.
Masum erler vardır dediğimde bana saldıranlar darbe görmüş, biz görmemiş
cahilleriz tabi.
7
Şubat MİT krizi yaşandı. Erdoğan ne olduğunu anlamıştı artık. Ardından 17-25
Aralık geldi. İktidar ve Erdoğan hakkında ipe sapa gelmez şeyler uyduruldu.
Yolsuzluk dendi. Yolsuzluğun olmadığı iktidar görmedim ben hayatım boyunca.
Gören varsa söylesin.
Bu
devlete karşı tankla, uçakla isyan olayını bize yaşatan kim şimdi? Başı Pensilvanya’da
mukim, adına FETÖ denilen örgüt değil mi? Peki o günlerde Erdoğan hakkında
kaset, belge diye ortaya dökülenleri kim çıkardı? Yine bunlar çıkardı. Yani
Ergenekon, balyoz gibi uyduruk belgeler.
Şimdi
soruyorum aranızda üzerinde Bilal Erdoğan yazan bir gemi gören var mı? Bir
değil birden fazla “gemicik” olayı uyduruldu. Kuzu gibi herkes buna inandı.
Bunu okurken bile itiraz ediyorsunuz şimdi biliyorum. Yok mu diye
sorabilirsiniz. Bunu vatan haini isyancılara sorun, size gemicik göstersinler.
Ayakkabı
kutuları çıktı ortaya. Halkbank’a operasyon çekildi. O günlerde, 2012 yılında
ABD senatosunda senatörler teklif sunuyor. “Halkbank, İran’a uygulanan
ambargoyu deliyor, yaptırım uygulansın” diyorlar. Hürriyet gazetesindeki
haberin ekran görüntüsünü bile verdim yazıda. Ama aklımızda standart ölçülerde,
turuncu renkli ayakkabı kutuları kaldı tabi.
Bir
başbakan dinlendiğini bildiği telefonda oğluna “paraları sıfırladın mı” diyor.
Sonra da oğlum bu telefon dinleniyor diyor. Kimse demedi, hem dinlendiğini
biliyor, hem de neden bu telefondan bunları oğluna söylüyor, salak mı bu adam?
Hala akıllarda bunlar duruyor, bir yandan da cemaat denilen ihanet örgütünün
isyanında tankın önüne yatıyoruz.
Toplumun
bir bölümü isyanın başarılı olması için dua etti, başarısız olunca da
üzüldüler. Diktatör dedikleri adam devrilmemişti. Devrilmedi ama suçlular
mahkeme önüne çıkarılıyor. Kelle kesen yok. Ama yine de diktatör. Bu yalanlarla
uyutuldu insanlar.
15
Temmuz günü Mit müsteşarını arayan Cumhurbaşkanı ona ulaşamıyor. Müsteşar,
Genelkurmaya gitmiş, durum ciddi hal almış. Ama ne hikmetse kendisine
ulaşamıyor Cumhurbaşkanı. Eniştesinden öğreniyor. Başbakan, “eş dost haber
verdi” diyor. Hâlbuki müsteşar, tuvalete bile telefonla gider veya gitmeli. Ne
demek ulaşamamak.
Genelkurmayımız
vaziyeti anlayınca birliklere emir veriliyor, “uçak kalkmayacak, birliklerdeki
hareketlilik duracak.” Adamlar odasına girmiş, kafasına silah dayanmış,
birliklere emir veriliyor. Emir dinleyecek adamlar isyana kalkar mı?
Cumhurbaşkanı
helikoptere binerken pilotlara soruyor, “dürüstçe söyleyin kimden yanasınız.” O
psikolojiyi düşünün önce. Belki de havada kendisini aşağıya atacak pilotların
kullandığı hava aracına biniyor.
İsyan
tek başlı değildi. Pensilvanya örgütü var, Erdoğan nefreti olan, muhtemelen
islam düşmanı olan Kemalistler var, başarılı olunursa ikbal bekleyen, hiç
ölmeyecek gibi dünyaya kazık çakacağını sanan hainler var.
15
Temmuz gününün kronolojik sıralaması ile isyana bakmaya gerek yok. Baksanız ne
olacak ki? Bütün ülkeyi ayakta uyutan bir çete var, bir de uyan bir ülke var.
Bütün
bu oyunlar Erdoğan üzerinde oynandığına göre, bu andan itibaren Erdoğan hariç
bütün insanlar paralel çıkabilir. Bana sorulsa şu insan paralel mi diye,
Erdoğan paralel değil ama bunları bilmiyorum derim.
23.7.2016