7 Aralık 2014 Pazar

KUDÜS



Arapça El Kuds, İbranice Yeruşalayim. Nedir ki Kudüs, neden bin yıllar boyunca insan toplulukları arasında gel-git yaşamış? Üç din için de kutsal bir şehirdir diyen Müslümanlar, Allah’ın birden fazla dini insanlara tavsiye ettiği yanılgısı içinde olan insanlardır. İnsanlık tarihi boyunca Allah insanlara tek bir din tavsiye etmiştir.

Bizim Hıristiyanlar, Museviler deyişimiz öyle bir dinin oluşundan değil, bu insanlar kendilerini öyle tanımladıkları için anlatım maksatlıdır.

“Muhakkak ki Allah katında din, İslâm’dır!” Âli İmrân-19 ayetinde Rabbimiz dinin adının ne olduğunu söyler. Gafil olmayanlar ilahi emir gereği bütün peygamberlere inanır. Efendimiz (sav) den önce gelen birçok peygamberin de Kudüs ile ilgili bağını bilir.

İnsanlık tarihi boyunca, Kudüs, iki defa yok edildi, 23 defa işgal edildi, 52 defa saldırıya uğradı ve 44 defa ele geçirilip tekrar geri alındı. Şehrin en eski bölümüne, Hz. İsa’dan önce 1. Süleyman hükümranlığı altında, şehri çevreleyen duvarlar inşa edildi. Bugün bu duvarlar Ermeni, Hıristiyan Yahudi ve Müslüman olmak üzere dörde bölünmüş olan Eski Şehri (Eski Kudüs) çevrelemektedir.

NEDEN KUTSALDIR?

Kudüs, Yahudiler için en kutsal şehirdir çünkü kutsal kitaplarına göre, İsrail Kralı Davud, Milattan önce Kudüs’ü Birleşik İsrail Krallığı’nın başkenti olarak inşa etti ve oğlu Kral Süleyman, İlk Tapınağı şehrin içinde kurdu.

 Yahudiler Kudüs’e ‘Ötelerin Şehri’ nazari ile bakarlar ve burası Allah’ın Evi olarak kabul edilir. Yahudilerin kutsal kitabi Eski Ahit’te Kudüs’ün önemi ‘Son Günlerde’ ve ‘Adalet Gününde’ belirginleşir. Isayahu peygambere göre Kudüs ‘Adalet Şehridir’. Yahudi inancına göre burada son mahkeme kurulacaktır. Aynı zamanda Kudüs, Eski Ahit’te Beni İsrail’i sembolize etmektedir. Onun yıkılması Israiloğullarının sürgüne gönderilmesi demektir. Ve gelecekte yeniden imarı da Israiloğullarının sürgünden dönüsünün ifadesidir. Yahudi tarihinde İkinci Mabed döneminde Kudüs bir hac şehri haline gelmiştir. MS 70 yılında şehrin yıkılması ile sürgüne gönderilen Yahudiler için yıkık şehir kendi gurbet ve perişanlıklarını sembolize etmektedir. 

Yahudilerin dualarında “Gelecek sene Kudüs’te” ve “Kutsal Şehir Kudüs’ü inşa et! Hızla ve bizim günümüzde!” gibi dileklere sıkça rastlanır. Her Yahudi, dinî hayatinin her gününde Kudüs’le ve Kudüs’ün yıkılmasıyla alâkalı birkaç ifade ile karsılaşır. 

Hıristiyanlar için kutsaldır; İncil’e göre İsa’nın bu şehirde çarmıha gerilmesinden 300 yıl sonra Azize Helena’nın İsa’nın hayatındaki hac noktası olarak belirlemesinden gelmektedir. 

Hristiyanlik için Kudüs, tarihin başladığı  ve biteceği yerdir. Yine de Hıristiyan ilahiyatında Kudüs karmaşık bir yer tutar. Şehir bir yandan İsa’nın yakalanıp çarmıha gerildiği ve gömüldüğü, yıkımı İsa tarafından önceden haber verilmiş bir şehirdir. Bunun yanında Son Günlerin Vaatleri ile de birleştirilen bir Kutsal Şehirdir.
 Haçlılarla birlikte Kudüs’ün Hristiyanlik için ifade ettiği dini önem siyasal bir boyut kazanmıştır.

Müslümanlar için kutsaldır, ilk kıble olması ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in Kuran’a göre miraç hadisesinin gerçekleştiği şehirdir. Dar bir alan olan Eski Kudüs Tapınak Dağı, Ağlama Duvarı, Kutsal Mezar Kilisesi, Kubbet-us-Sahra ve Mescid-i Aksa’yı içinde barındıran kutsal mekân olmaya devam edecektir. 

İslam’ın kutsal şehirler hiyerarşisinde Kudüs, üçüncü sırada gelir. Kudüs, bir buçuk yıldan az bir süre Müslümanların ilk kıblesi olarak kalmıştır.

Mescid-i Aksa, “ uzak mescid” demektir ve Kur’an-ı Kerim’de Miraç hadisesi anlatılırken İsra suresi 1 nci ayette  “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bazılarını göstermek için, kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir” buyrulmaktadır.

1517 yılında Osmanlılar tarafında fethedilen ve 400 yıl huzurlu hayat yaşayan Kudüs ve Filistin dediğimiz çevresini açık hapishaneye çeviren Yahudileri anlamak için, cennet mekân Abdülhamit Han’ın “ biz bu sahlardan çekilelim, emin olun ki buralar daimi karışık ve iğtişaş ( özü kaybettirilmek istenen ) sahalar haline gelecektir” dediği bölgenin adıdır Kudüs.

Filistin’i satın almak isteyen Yahudileri “defol ey sefil !” diye kovduktan sonra “Yahudileri kapımdan kovduğuma Allah’a şükrediyorum” diyerek bir karışını bile vermediği bölgenin adıdır Kudüs.

Peki, ne oldu da Yireh (tanrının hizmetinde olan ve tanrıya uyan yer) ve tanrıya verdikleri Shalim adının karışımı olan Yerushalayim yani “barışın şehri” anlamındaki bu yeri Yahudiler bugün kan gölüne döndürdü? Bunun için Kudüs’ün tarihine bakmak, sonra da Kuran’da Hz. İbrahim’in soyundan geldiği belirtilen israiloğulları’nın, nasıl Siyonist Yahudi’ye dönüştüklerini anlamak gerekir.

TARİHTE KUDÜS

Tarihi kayıtlara göre Kudüs, Kenaniler'in bir kolu olan Yebusiler tarafından kurulmuştur. Bu kayıtlardan Kudüs'ün kuruluşunun M. Ö. 4000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmaktadır.

Kutsal kitap ilk olarak Kudüs’ten, İbrahim’in müttefiki Melchizedek’in yönettiği şehir olarak bahseder. Bronz Çağı’nın sonlarına doğru Kudüs, Mısır’a bağlı bir şehir devletidir. Birkaç ücra köy ve pastoral bölgeleri yöneten mütevazı bir şehir olup, küçük bir Mısır garnizonuna ve Kral Abdi-Heba gibi atanmış yöneticilere sahiptir. Birinci Seti ve İkinci Ramses zamanında, artan zenginlikle birlikte kapsamlı inşalar gerçekleşir. Bu dönemde, Kenan bölgesinin Mısır İmparatorluğunun bir parçasını oluşturması, Kutsal kitapta Yeşua’nın işgali anlamına gelir.

Davud, Kudüs’ü işgal eder ve Kudüs, Birleşik İsrail Krallığı’nın başkenti ve krallığın dini merkezlerinden biri olur. Kutsal kitaba göre, Kral Davud 40 yıl boyunca hükmeder. Hükmünün kesin bitiş tarihi üzerindeki genel tahmin milattan önce 970’tir. Kral Davud’un ardından, oğlu Süleyman geçer. Moria Dağı üzerinde kutsal tapınağı kurar. Ahit sandığının barındığı yer olan Süleyman Tapınağı (Birinci Tapınak).

400 yıldan fazla sürede, Milattan önce 587 yılında gerçekleşen Babil istilasına kadar, Kudüs, Birleşik İsrail Krallığı’nın ve daha sonra Yehuda Krallığı’nın politik başkenti olarak kalır. Birinci Tapınak dönemi olarak adlandırılan bu dönemde, tapınak İsraillilerin dini merkezidir. Süleyman’ın ölümüyle (milattan önce 930) on kuzey kabile, İsrail Krallığından ayrılır. Davud ve Süleyman liderliğinde, Kudüs Yehuda Krallığı’nın başkenti olarak kalır.

Milattan önce 722 yılında Asurluların İsrail Krallığını işgal etmesi ile birlikte Kudüs, kuzey krallıktan gelen göçmen dalgalarıyla güçlenir. Birinci Tapınak Dönemi, Babillilerin milattan önce 586 yılında Yehuda ve Kudüs’ü işgal etmesiyle sona erer.

Milattan önce 538 yılında Babil esareti döneminin ardından, Pers kralı Büyük Kiros Yahudilere Yehuda’ya tekrar dönmeleri için çağrıda bulunur ve Tapınağı kurmalarına izin verir. İkinci Tapınağın inşa edilmesi milattan önce 516 yılında Büyük Daryus döneminde tamamlanır.

Milattan önce 445 yılında Birinci Artaserhas yayınladığı kanunla şehrin duvarlarını tekrar inşa ettirir. Kudüs Yehuda başkenti olma ve Yahudilerin dini merkezi olma özelliğini tekrar kazanır. Büyük İskender Pers İmparatorluğunu işgal ettiğinde Kudüs ve Yehuda, Makedon kontrolü altına girer ve zaman içinde, Batlamyos Hanedanlığının kontrolü altında Üçüncü Antiokos yönetimindeki Selevkos’a yenilinceye kadar sürer. Selevkos, Kudüs’ü tekrar Hellenik şehir devleti haline sokmaya çalışır.

Milattan önce 168 yılında, Mattatias ve beş oğlunun Antiokos Efifanes’e karşı gerçekleştirdiği, Makabi isyanıyla Hasmonean Krallığını kurar ve milattan önce 152 yılında Kudüs’ü başkent yapar. Milattan önce 63 yılında Gnaeus Pompeius Magnus (Pompey), Hasmonean hanedanlığındaki bir taht kavgasına karışır ve Kudüs’ü ele geçirir. Böylece Roma İmparatorluğu’nun Yehuda üzerindeki etkisi artar.

Kısa süren Part Krallığı işgali ardından Yehuda, Roma ve Part krallığı arasında çekişmenin yaşandığı bir yer haline gelir. Part Krallığı taraftarları ve Roma krallığı taraftarları çatışmaya başlar. Roma güçlenmeye başladığında, bir güdümlü kral olarak Herod’u başa koyar. Büyük Herod,  kendini şehrin güzelleşip gelişmesine adar. Duvarlar, Kuleler, Saraylar yapar ve Tapınağın bulunduğu alanı genişletir. Herod yönetiminde Tapınağın bulunduğu alan iki kat genişler. Herod’un ölümünden kısa bir süre sonra, Milattan sonra 6 yılında, Yehuda Roma şehirlerinden birinin( Iudaea )parçası olur.

Fakat Roma yönetimi, Birinci Yahudi-Roma Savaşıyla muhalefete uğrar ve bu muhalefet 70 yılında İkinci Tapınağın yıkılmasıyla sonuçlanır. Kudüs, 132 yılında başlayıp üç yıl süren Bar Kokhba Ayaklanmasında, bir kez daha Yehuda’nın başkenti oldu.

İmparator Hadrian, Iudaea Şehrini, komşu şehirlerle birleştirerek, Yehuda adını yok edip, Syria Palestina’yı kurar. Kudüs’ü Romalı bir şehir haline getirip, adını Aelia Capitolina olarak değiştirir. Yahudilerin şehre yılda bir kez girmesine izin verir. Yahudilerin şehre girmemesi Milattan sonra 4. Yüzyıla kadar sürer.

Bar Kokhba ayaklanmasını takip eden 5nci yüzyılda şehir önce Roma sonra Bizans yönetimi altında kalır. 4ncü yüzyılda, Roma İmparatoru Birinci Konstantin Kudüs’te Hıristiyan şehirleri kurar. Kudüs nüfus ve genişlik olarak oldukça büyür. Şehrin toplam nüfusu 200.000’e ulaşır. Bu dönemden, 7 inci yüzyıla kadar Yahudiler Kudüs’e girmeye yasaklıdır.

Roma İmparatorluğu’nun doğudaki kalıntısı Bizans İmparatorluğu yıllarca şehrin kontrolünü elinde bulundurur. Kudüs bir süre Bizans ve Pers İmparatorlukları arasında gidip gelir. 7 nci Yüzyılda Sasani Kralı İkinci Khosrau, Bizans’ın içine doğru saldırıya geçer. Suriye’den başlayan saldırıyı Kudüs’e uzatır. Yerel Yahudiler de Bizans’a karşı bu saldırıya yardım eder. 614 yılındaki Kudüs istilası, 21 gün süren durmak bilmez savaşla, Kudüs’ün ele geçirilmesiyle sonuçlanır.

Bizans kaynakları Sasanilerin ve Yahudilerin şehirdeki binlerce Hristiyanı katlettiğini yazar. Kudüs 15 yıl Sasani hâkimiyetinde kalır. Daha sonra Bizans İmparatoru Heraklius 629 yılında şehri tekrar ele geçirir.

KUDÜS’ÜN FETHİ
  
Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslılardan alınır İslam devletinin topraklarına dâhil edilir. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs'ün anahtarlarını aldığında şehrin halkına, tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman vermiştir. Bu tarihten sonra Kudüs, haçlı işgaline kadar sürekli İslam devletlerinin hâkimiyetinde kalır. 


Kudüs ve civarı 1097 yılında kalabalık haçlı orduları tarafından işgal edilir ve bu işgal 1186'da Salahaddin Eyyubi'nin bu toprakları yeniden İslam hâkimiyetine kazandırmasına kadar devam eder.

Bundan sonra sadece 1243'te Mısır hükümdarı İsa'nın, kardeşinin oğluna karşı kendisine yardım etmesine karşılık bu şehri Bizans hükümdarına hediye etmesi üzerine kısa bir süre işgal altında kalır. Ancak çok geçmeden Müslümanlar Necmeddin el-Eyyubi'nin komutasında şehri geri alır. Kudüs, 1291'de Memlükler'in hâkimiyetine geçer ve bu hâkimiyet 1517'de Filistin toprakları Osmanlı devletinin eline geçinceye kadar devam eder.

Osmanlı hâkimiyeti 1918'e kadar sürer. Haçlı seferleri sonunda gerçekleştirilen işgalden sonra ikinci büyük işgal 1918'de İngilizlerin Filistin topraklarına girmesiyle başlar. İngilizlerin bu topraklara girmekteki maksatları bölgede Yahudilerin bir devlet kurmalarına imkân sağlamaktır. Daha önce başbakanlık yapmış ve 1916-1919 yılları arasında dışişlerinde danışman olan Arthur Balfour tarafından bir deklarasyon yayınlanır.

Bu deklarasyonda  "Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır."

Bu deklarasyon büyük tartışmalara yol açar ve 1948'de kurulacak olan İsrail devletinin temelini atılır.

Filistin topraklarının işgaliyle Yahudilerin buralara yerleştirilmesinin amaçlandığı 1916 tarihli Sykes - Picot Anlaşması'nda da dile getirilmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması'nda Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurdurulması için bu topraklara Yahudilerin yerleştirilmesi karara bağlanmıştır.

Gaye Yahudilerin o topraklara yığılmalarına imkân sağlamak olduğundan İngiliz işgaliyle birlikte dünyanın değişik yerlerine dağılmış olan Yahudiler de çekirge sürüleri gibi Kudüs'e ve civarına akın etmeye başlarlar. Bu akın dolayısıyla Yahudilerin şehirdeki nüfusları hızla artar.

Sykes - Picot anlaşmasının uygulamaya geçirilmesinde ve İngilizlerin Kudüs'ü işgal etmelerinde Ürdün kralı Hüseyin'in babasının dedesi olan Şerif Hüseyin'in önemli rolü olmuştur. Şerif Hüseyin, kendisine vaat edilen "Arap yarımadası krallığı" karşılığında İngilizlerin Kudüs'ü ve çevresini işgal etmelerine yardımcı olmuştur.

Sykes - Picot anlaşmasının Filistin'le ilgili maddesinde: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakatı alındıktan sonra Rusya ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun" denmesi o zaman Mekke şerifi olan Hüseyin'in ihanetteki rolünü ortaya koyuyordu.

SİYONİST İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI 

Henüz Yahudilerin askeri başarısından söz edilemeyecek bir dönemde Siyonist İsrail devletinin kurulması Yahudilerin değil, ihanet eden bazı Arapların ve Birleşmiş Milletlerin başarısıdır.

1947 de Siyonistlerle Araplar arasında çıkan ihtilaflarda işgalci İngilizler kendilerini hakem olarak tayin etmiş barışı sağlayacağını söylemiştir. Ancak bu görüşmelerde İngilizler Kudüs şehrini bunun dışında tutup kendi inisiyatifine bıraktığını söylemiştir.

BM Genel Kurulu İngilizlerin tamamen Siyonistlerin lehine olan hakemliklerini kabul ederek 29.11.1947'de Filistin topraklarının Yahudilerle Araplar arasında bölünmesine dair kararını çıkardı. Bu kararda Kudüs ve çevresine özel bir uluslararası statü veriliyordu. Karar aynı zamanda şehri Yahudilerle Müslümanlar arasında ikiye bölüyor ve bu iki kitleyi ekonomik olarak birleştiriyordu. 

Görünüşte Kudüs ve çevresine özel uluslararası statü vermenin gayesi buralardaki kutsal yerlerin korunması ve dini mekânların isteyenlerce serbestçe dolaşılmasına imkân sağlanmasıydı. Asıl amaç ise buralarda Yahudilerin etkinliklerinin ve hâkimiyetlerinin güçlendirilmesi için gerekli şartların hazırlanmasıydı. Zaten gelişmeler de asıl amacın ne olduğunu ortaya çıkardı.

İngiliz himayesinin bitim tarihine yakın, 1947 Birleşmiş milletler bölüm planı Kudüs’te farklı bir uluslararası rejim olmasını tavsiye etti. Plana göre Birleşmiş Milletler gözetimi altında şehir bölünecekti. Beytül Lahim’in de içinde olduğu bu uluslararası rejim 10 yıl yürürlükte olacaktı ve 10 yılın sonunda şehirde yaşayanlar bir referandumla şehrin rejimi hakkında karar vereceklerdi. 

Müslümanlar BM teşkilatının Kudüs'le ilgili kararını kabul etmediler. İngiliz işgal güçlerinin çekilmesinin ardından Müslümanlarla Yahudiler arasında fiili çatışmalar başladı. Siyonistler çatışmalarda Kudüs'ü ilk hedef seçmişlerdi. Kudüs ve çevresindeki sivil Müslümanların gözlerini korkutmak ve onları göçe zorlamak amacıyla onlara yönelik korkunç katliamlar gerçekleştiriyor ve saldırılarında da daha çok sivilleri hedef alıyorlardı.

9 Nisan 1948'de Irgun terör örgütünce gerçekleştirilen ve bir köy halkının topluca imha edildiği Deir Yasin katliamı bunlardan biridir. Bu katliamı gerçekleştiren Irgun terör örgütünün o zamanki lideri daha sonra İsrail başbakanı olan Menahem Begin'di.

Bir diğer Yahudi terör örgütü Haganah da 5 Ocak 1948'de Batı Kudüs'te Müslümanlara ait Semiramis Oteli'ni kundaklayıp 26 kişinin yanarak ölmesine sebep oldu. Siyonist çeteler bazen öldürdükleri, yaraladıkları ve esir ettikleri Müslümanları kamyonlara doldurarak şehirde dolaştırıyor ve bu kutsal şehri terk etmek istemeyen Müslümanlara yönelik olarak: "Eğer burayı terk etmezseniz sizin de sonunuz böyle olacak" şeklinde anonslar yapıyorlardı. Bu katliamlar doğal olarak sivil Müslümanların gözlerini korkuttu ve Müslümanlar Siyonist terör örgütlerinin vahşice saldırılarından canlarını kurtarabilmek için göç etmeye başladılar

Birleşmiş Milletlerin hazırladığı bu uluslararası plan, 1948 savaşı nedeniyle yürürlüğe giremedi. İngilizler Filistin’den çekildi ve İsrail bağımsızlığını ilan etti.

SİYONİST YAYILMACILIĞI VE İŞGALLER

Savaş, şehirdeki Arap ve Yahudi nüfuslarının yerlerinden edilmelerine sebep oldu. 28 Mayıstaki Arap lejyonlarının Yahudi kesimi işgal etmeleriyle 1500 kişi yaşadıkları yerden kovuldu ve birkaç yüz kişi mahkûm edildi. Savaşın sonunda İsrail Arap yerleşim kesimlerinin 12 sini ele geçirdi. Yaklaşık 30.000 kişi sığınmacı durumuna geldi.

1948 savaşı Kudüs’ün bölünmesine sebep oldu. Eski duvarla çevrili şehir Ürdün tarafında kaldı. 

1948 yılından sonra Eski Duvarlı Şehir, tamamen ateşkes sınırının doğusunda, Ürdün’ün elinde kaldı. Ürdün, bütün kutsal yerlerin kontrolünü sahipti ve Yahudilere kutsal yerleri yasakladı. İsrail tarafı da tarihi mezarlıkları bozup yerlerine park veya tuvalet yaptırdı.

Kasım 1948’de Doğu ve Batı Kudüs arasında kimseye ait olmayan bir alan oluşturuldu. İsrail güçlerinin kumandan Moşe Dayan ve Ürdün kumandanı Abdullah El Tell ile buluşup pozisyonlarını bir harita üzerinde kararlaştırdılar. Bu çizilen harita, resmi olmasa da 1949 yılındaki ateşkesteki sınırları belirledi.

İsrail’in kurulmasından sonra Kudüs başkent olarak ilan edildi. Ürdün 1950 yılında Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve 1953 yılında Ürdün’ün ikinci başkenti olarak ilan etti. Sadece İngilizler ve Filistinliler Ürdün yönetimini tanıdı.

1967 de Altı Gün Savaşları dediğimiz savaşta Siyonist güçler Doğu Kudüs’ü ele geçirdi. 1980 yılında, İsrail Kudüs Kanunu geçirdi ve bu kanuna göre Kudüs, İsrail’in bölünmez başkenti oldu.

Şehrin durumu ve özelikle kutsal mekânların durumu, İsrail-Filistin sorununun merkezinde yer aldı. İsrail devleti, Eski şehrin Müslüman çeyreğinde inşa planlarını onayladı. Bunun sebebi, doğu Kudüs’teki Yahudi nüfusunun artmasıdır. İslami liderler,  Yahudilerin Kudüs’le hiçbir bağlarının olmadığını iddia edip, 2500 yıllık ağlama duvarının, bir caminin duvarı olarak inşa edildiğini söylerler.

Ehud Barak tarafından 2000 yılında kurulan bir uzman takım, şehrin bölünmesi gerektiğine karar verdi. Hatta barışa o kadar çok istek vardı ki! Barış Heykeli (silah parçalarından yapılmış, tarım aletleri) tarafından sembolize edilmişti. Heykel, Eski Şehir duvarlarına bakan, eski İsrail-Ürdün sınırının yakınlarındadır ve Yeşaya kitabından alıntılar vardır.

Rusya ve Çin gibi bazı ülkeler Filistin’i ve Doğu Kudüs’ü başkent olarak tanır. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna ait olan 58/292 nolu çözüm önergesine göre, Filistinlilerin Doğu Kudüs üzerinde egemenlik hakları vardır. İlan döneminde Kudüs bölünmüş olduğundan sadece Batı Kudüs İsrail’in başkentidir. İsrail’in Kudüs’ü başkent olarak kabul etmesine rağmen diğer ülkelerin elçilikleri Tel Aviv’de bulunmaktadır. Bunun sebebi ülkelerin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımamalarıdır.

2005 yılında, eski Sovyetler Birliği’nden, Fransa ve Amerika’dan çoğunluğu olmak üzere, birçok yeni göç oldu. 

Siyonist işgalciler, BM oyunlarıyla ve hileleriyle Batı Kudüs'ü hâkimiyetlerine almalarıyla birlikte şehrin bu kesiminde yoğun bir "Yahudileştirme" çalışmaları başlattılar. Bu amaçla ilk iş olarak Arap nüfusu göçe zorlamak için çeşitli uygulamalara başvurdular. Bu uygulamalardan etkilenen sadece Müslümanlar değildi.

Hıristiyan asıllı Araplar da bu uygulamalardan nasiplerini aldılar. İşgal yönetimi, göçe zorlananların arazilerini Yahudilere peşkeş çekerek Yahudi nüfusu artırmak amacıyla 31 Mart 1950'de "Sahipsiz Mülkler Kanunu" adında bir kanun çıkardı. Kanun çeşitli insanlık dışı uygulamalar, işkenceler, haksızlıklar yüzünden yurtlarını terk etmiş insanların arazilerini "sahipsiz arazi" olarak addediyor ve bu araziler üzerindeki tasarruf hakkını Siyonist işgal devletinin inisiyatifine veriyordu.

İşgal rejiminin baskı uygulamaları yüzünden Batı Kudüs'te yaşayan Müslüman ve Hıristiyanlardan 70 bin kişi vatanlarını terk ederek başka yerlere göç etmek zorunda kalmıştı. Onların arazileri Batı Kudüs ve civarındaki arazilerin üçte ikisini oluşturuyordu. Siyonist işgal yönetimi söz konusu kanuna dayanarak bu arazilerin tamamına el koydu ve BM'in göçe zorlananların yurtlarına geri dönmelerinin sağlanmasını öngören, 154 nolu ve 11 Aralık 1948 tarihli kararına rağmen bu insanların geri dönmelerine hiçbir şekilde fırsat vermedi. BM'in söz konusu kararın uygulanması için herhangi bir baskıya başvurmaması da kararın tamamen göstermelik olduğunu ortaya koyuyordu. BM'in bu kasıtlı ihmalinden ve Arap yöneticilerin büyük ölçüde sessizliği tercih etmelerinden cesaretlenen Siyonist işgal yönetimi, Kudüs'ün Batı kesiminde "Yahudileştirme" çalışmalarını hummalı bir şekilde sürdürdü. Çok geçmeden Yahudilerin bu kesimde nüfusun % 80'ini oluşturacak bir yoğunluğa ulaşmalarını sağladı.

1967 Haziran Savaşı'na kadar Doğu Kudüs’ün, Ürdün'ün yönetiminde olduğunu söylemiştik. İsrail işgal yönetimi "Altı Gün Savaşı" olarak da anılan 1967 Haziran Savaşı'nda Arap yönetimlerin ihanetleri sayesinde Doğu Kudüs'ü de işgal etmeyi başardı ve böylece şehrin her iki yakasını birden hâkimiyetine aldı.

Gerek o dönemi anlatan analistler, gerek bizim değerlendirmelerimize göre aslında İsrail işgal güçleri 5 Haziran 1967'de Mısır'a saldırıya geçtiğinde doğudaki Arap ülkeleri İsrail'e yönelik bir saldırı başlatsalardı işgal yönetiminin kıpırdanma imkânı bile kalmazdı. Ancak böyle bir şey olmayınca işgal yönetimi, önce Mısır'a saldırarak Gazze bölgesini ve Sina yarımadasını işgal etti. Daha sonra Ürdün ve Suriye tarafına yönelerek Batı Yaka, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri'ni işgal etti. Bu yerlerin savunulmasında ciddi bir direniş gösterilmediği için Siyonist güçler bu yayılmalarını tamamladı.

Bütün bu tarihi gerçekler ortaya koyuyor ki Kudüs aslında, Siyonistler tarafından işgal edilmemiş, Müslümanların başına musallat edilen uzaktan kumandalı birtakım yönetimler tarafından onlara teslim edilmiştir. Bize okutulan Arapların Türklere ihaneti gibi tarih, aslında bazı Arap grupların ihaneti neticesinde gerçekleşmiştir. Kendi ırkına ihanet edenler, Türklere neden ihanet etmesin ki?

ÇÖZÜM NE OLMALI?

Gerek İslam dininde gerekse din adı verilen diğer iki büyük inanç grubunda Kudüs'ün önemi diğerine göre daha az değildir.

Eski Şehrin barış süreci kapsamında İsrail ve Filistin otoriteleri arasında paylaşılmasındaki zorluğun temelinde,  kutsal mekânların sanıldığı gibi birbirlerinden net çizgilerle ayrılamıyor olmasında yatıyor. Eski Şehir’de pek çok kişinin sandığı gibi sınırları net bir Müslüman Mahallesi, bir Hıristiyan Mahallesi ve bir Yahudi Mahallesi yoktur. 

Diğer yandan bir dinin kutsal mekânları sanıldığı gibi sadece o din için değil, en az diğer iki din için de kutsaldır. Mescid-i Aksa Müslümanlar için kutsal olduğu kadar Yahudiler için de kutsal bir mekânda bulunuyor. Yahudilerin Ağlama Duvarı, Hz. Peygamberin Miraç gecesinde Burak denilen bineğini bıraktığı yerdir. Müslümanlara ait kutsal mekânlar ile Yahudi ve Hıristiyanlara ait kutsal mekânların karmaşık bir yapıda, birbiri içinde bulunması, bu üç dinin kutsal mekânlarını kesin hatlarla birbirinden ayırmayı zorlaştırıyor. Bunun çözümü ise Osmanlının hüküm sürdüğü 600 yıl boyunca, hâkimiyeti altına aldığı birçok bölgelerde farklı dinlerin bir arada huzur içinde yasadığı bir ortamı sağlaması gibi, bu bölgede de bütün din mensuplarının barış ve huzur içinde yasayabilecekleri bir idarenin kurulmasında yatmaktadır.
 
MEVCUT DURUM

Museviler bugün dünyanın birçok ülkesinde özenle korunan bir azınlık statüsündeler.   Bağımsız olarak kurdukları tek devlet ise Ortadoğu’nun göbeğinde bir çıban gibi duran  İsrail. İsrail’in Ortadoğu’daki varlığı artik inkâr edilemeyen bir vakıa. Ve bu devlette de garip bir tecelli olarak çoğunluğunu Müslümanların ve bir kısmını da Hristiyanlarin oluşturduğu Filistinli Araplar azınlık statüsünde bulunuyorlar.

Simdi, üç bin yıllık azınlık tecrübesi yasamış olan bir milletten beklenen, azınlık halindeki Filistinlilerin yasama haklarını tanımaları, temel hak ve hürriyetlerine saygı göstermeleri değil midir? 

Hâlbuki elli yıllık tecrübe İsrail’de Filistinlilerin yaşama haklarının tanınmadığını ve ikinci sınıf bir insan muamelesine tâbi tutulduğunu gözler önüne serdi. İsrail’i ziyaret edenler iki toplumun yaşama şartlarının nasıl birbirinden çok farklı olduğunu görebilirler.

Son yüzyılın milliyetçi Yahudilik hareketi olan Siyonizm için Kudüs’ün ifade ettiği mana biraz karışıktır. Hareket adını Kudüs’ün bir sinonimi olan Siyon kelimesinden alır. Burada verilmek istenen mesaj, “İsrail’e dönüş hayallerinin gerçekleşmesi” hedefi ile yola çıkıldığıdır. Ancak 1880’lerin ilk Siyonistleri için Kudüs reddettikleri ve Israiloğullarının bütün problemlerinin kaynağı olarak gördükleri her şeyin sembolü idi. Bu insanlar, başkalarının bağışları ile yasayan, sinagoglar ve diğer dini müesseselerin etrafında hayatini harcayan insanlardı. Erken Siyonizm bu sebeple Kudüs’ü ihmal etmiştir. Şehrin Siyonistler tarafından yeniden keşfi ve davalarının bir sembolü haline getirilişi ancak I. Dünya savası sonrası ve 1948 bağımsızlık öncesi gelişmelerden sonra olmuştur. 

Mescid-i Aksa’nin bulunduğu Kudüs’ün doğu kesimi, 1967 savasında İsrail’in eline geçmiş ve 1969’da Mescid-i Aksa Yahudilerce yakılmıştır. Bu yangında, Mescid-i Aksa’nin büyük bir bölümü ile tarihi minber de harap olmuştur. 

Diğer taraftan İsrail Devleti, 1968 yılından bu yana Mescid-i Aksa’nin çevresinde ve altında, arkeolojik araştırmalar bahanesiyle kazılar yaptırmaktadır. Yahudilerin inancına göre Mescid-i Aksa; onlarca kutsal sayılan Süleyman Mabedi’nin bulunduğu yere yapılmıştır. Yahudilerin en büyük emeli ise, Mescid-i Aksa’yi yıkıp yerine Süleyman Mabedini yeniden inşa etmektir.
 
İsrail, Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’ya sahip bir Kudüs’ün, Arap ve İslam kimliğinden asla soyutlanamayacağının bilincindedir. Mescid-i Aksa’nın altında yürütülen ve artık Aksa’nın temellerini tehdit etmeye başlayan kazı çalışmaları, işgalci İsrail’in Aksa’yı ve Kudüs’teki diğer Arap ve İslam mukaddesatını yıkma hedefine yöneldiğinin açık göstergesidir.

Uzun işgal dönemleri boyunca yetkili birimler de, mübarek Mescid-i Aksa’nın altında tüneller açma çalışmalarını yürüttüler. Bu çalışmalar, Aksa’nın temellerini sarsmaya ve tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. Nitekim Mescid-i Aksa’nın yakınındaki el-Meğaribe Kapısı semtinde, BM Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRWA) ne bağlı Kudüs İlköğretim Okulu’nun zemininin çökmesi, ileride Aksa’nın başına gelecek felaketlerin habercisi olmuştur.

“İsrail’e Ait Tarihî Eserler” idaresi ve kolonyalist “el-Ad” kuruluşunun denetiminde, Mescid-i Aksa’nın güneyine düşen Selvan mahallesindeki Ayn-ı Selvan Mescidi’nin sol tarafında kazılan yeni tünelin amacı, söz konusu tüneli Mescid-i Aksa’nın altında kazılan büyük tünellerle birleştirmektir.

İşgal güçleri, Mescid-i Aksa’nın çevresindeki bölgeleri her yönden boşaltmaya çalışmakta ve oradaki Araplara ait gayrimenkullere ve evlere el koymaktadır. Bu çabaların maksadı da, İsrail makamlarının bölgedeki Arap-İslam kimliğini yansıtan değerleri değiştirmeye yöneliktir. Mescid-i Aksa’nın duvarlarına bitişik yerlerdeki evler yıkılmaktadır.

İsrail, Doğu Kudüs’ü işgal ettiği topraklara ilhak etmesine rağmen bu ilhak, oranın sakinlerini kapsamamıştır. İşgalci güç, Filistinli vatandaşların taşıdığı Ürdün pasaportlarını ellerinden almamış, buna karşılık onlara İsrail kimliği vermiştir. İsrail’in bu uygulaması sonucunda Filistinliler bir vatandaş değil, orada geçici olarak ikamet eden kimseler durumuna düşürülerek hakları ihlal edilmiştir.

İşgalciler, ırkçı yasaları aracılığıyla Kudüs sakinlerinin %88’inin Yahudilerden ve %12’sinin de Araplardan oluştuğu izlenimini vermeye çalışmaktadırlar.  Yüzlerce Kudüslünün kimlikleri alınıp Kudüs’te ikamet etme hakları engellenmiştir. Böylece işgal yılları boyunca kendi memleketlerinde oturma hakları ellerinden alınmış olmaktadır. Oysa İsrail’in bu uygulamaları, 1949 yılında imzalanan 4ncü Uluslararası Cenevre İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, özellikle de sözleşmenin 6. ve 47. Maddelerine, ayrıca 1899-1907 yıllarına ait Lahey Sözleşmesi’nin de 34. maddesine aykırıdır.

1997 yılında işgal güçleri Kudüs şehrindeki Filistin topraklarına el koymak suretiyle Yahudi yerleşim birimleri yoluyla yürüttüğü abluka projesini hayata geçirdi. Bu proje kapsamında, 30.000 Yahudi’nin yaşayacağı 6500 adet yerleşim birimi inşa etmek maksadıyla Ebu Guneym (Harhoma) Dağı’na el konuldu.

İşgal güçleri, Kudüs’ü dış dünyadan soyutlayarak Yahudileştirme projesi kapsamında, şehri çepeçevre kuşatan ilhak duvarının büyük bir kısmının inşasını bitirmiş durumdadır. Şehrin dışında oturan Kudüslü vatandaşlara, ilhak duvarına açtığı sınırlı sayıdaki kontrol noktaları ve kapılardan bile şehre giriş izni vermemektedir. Bu yolla şehrin yerlilerinin büyük bir kısmının şehir dışına çıkarılması fırsatı doğmuş olmaktadır ki, bu da Kudüs’teki Yahudi çoğunluğu oluşturma hayalleri kuran işgalci İsrail’in rüyasını gerçekleştirmektedir.

Burada anlatılanlar, İsrail yönetiminin, Filistinliler ve mukaddes şehre karşı uyguladığı şiddet ve hak ihlallerinin sadece bir kısmıdır. İsrail’in uyguladığı ırkçı-faşizan politikanın hedeflerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Coğrafi bakımdan Kudüs’ü diğer işgal altındaki Filistin bölgelerinden tamamen izole etmek.

2- Yerleşimciliği bir olgu olarak dayatmak ve Yahudi nüfusun oranını Araplardan daha yüksek tutmak.

3- Başkenti Kudüs olacak bir Filistin Devleti’nin kurulmasını engellemek.

4- Şehirdeki Arap ve İslam kültürüne ait değerleri tamamen yok ederek şehri Yahudi kimliğine büründürmek.

ÇÖP BİDONUN ARKASINDA, BABASININ GÖLGESİNE SIĞINAN, ELİNDE KENDİNİ SAVUNACAK BİR TAŞ BİLE OLMAYAN MASUM BİR ÇOCUĞU KURŞUNLAYAN İSRAİL ASKERLERİNİ CANAVAR HALİNE GETİREN NE İDİ PEKİ?



 Nasıl bir sapık bebeklerin bile katline izin verir veya hangi yüce makamdan bu emri alır da uygular?





 SİYAONİZM CANAVARI

Yüce Rabbimiz peygamberleri aracılığı ile insanlığa tebliğ ettiği hiçbir kitapta vahşeti emretmez. Yüce kitabımız Kuran’ı Kerim’de cihad ayetlerinin oluşunu tenkit edenler ya kitabı bilmiyorlar, ya da özellikle çarpıtarak İslam’ı insanların nazarında farklı göstermeye çalışıyorlar.

Savaş inanlık tarihinin bir gerçeğidir. Cihad ayetleri savaş ayetleridir. Vahşetin değil. Tamamen savunma amaçlı, Müslümanları yok etmek isteyen müşrik ve kâfirlere karşı cihadı anlatmaktadır. Bu da Allah’ın insana bahşettiği hayat hakkını koruma amaçlıdır. İnsanların hayat hakkı kadar ibadet hakkı da kaçınılmazdır.

Rabbimizin ibadet maksadı ile ziyaretini farz kıldığı mukaddes yerlere girişlerin engellenmesi de bir savaş sebebidir. 

Allah’ın dinini tebliğ ve yaymak için gönderdiği peygambere inanan insanların peygamberlerini korumak ve O’nun Allah’ın dinini yayması için yardımcı olmak maksadıyla cihad etmesi Yüce Rabbimizin emridir.

Ancak Yüce Kitabımız hiçbir cihad ayetinde Siyonistlerin kutsal kitaplarından aldıklarını söyledikleri ve elleri ile yazdıkları vahşeti içermez. Bakara-190 ayetinde “Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda çarpışın, fakat haksız taarruz etmeyin. Çünkü Allah, haksız taarruz edenleri sevmez.” Diyor Yüce Rabbimiz.

Yine Bakara suresi -194 ncü ayette” hürmetli Ay hürmetli Aya ve bütün hürmetler birbirine kısastır, o halde kim size tecavüz ettiyse, siz de ona ettiği tecavüzün misli ile karşılık verin de ileri gitmeye Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” 

Biz Kuran’da cihad yoktur demiyoruz. Cihad vardır ve farzdır. Ancak cihad vahşet değildir. Dinimiz “eman” dileyenlerin ve savaşmayanların öldürülmesine Nisa suresi 89 ve 90 ncı ayetinde “Onlardan ne bir dost ne bir yardımcı edinmeyin. Ancak o kimselere dokunmayın ki, sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış bulunurlar. Yahut ne sizinle, ne de kendi kavimleri ile savaşmayı gönüllerine sığdırmayıp tarafsız olarak size gelmişlerdir. Eğer Allah dileseydi, onları size musallat kılardı, onlar da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak durular, sizinle savaşmayıp, size barış teklif ederlerse Allah, sizin için onlara bir yol vermemiştir” buyrulduğu gibi asla izin vermez. 

Bizim asla tahrif edilmemiş ve edilmesi de mümkün olmayan kitabımızda böyle emrediliyor da Siyonistlerin kitabında ne diyor?

Tevrat’ın büyük bölümünü yazanlar, Yahudi toplumunu bugün olduğu gibi Hz. Musa’dan sonraki dönemlerde de yönetmekte olan Kabbalist hahamlardır. Yahudilerin üstün ırk oldukları ve onlara ait olan dünyanın diğer milletler tarafından gasp edildiği inançlarının temelini Kabbala oluşturmaktadır.

İşte bu tahrifat, vahşeti Yahudi dininin bir gereği haline getirmiştir. Hahamlar, fanatik ve sadist görüşlerinin tümünü Tevrat’a ustaca yerleştirmişlerdir. Bu sayede Yahudi dininin emirleri, asırlardır süren bir kin, nefret ve akıl almayacak katliamları içermektedir.

Değiştirilmiş Tevrat’ın içerdiği emirler, bildiğimiz dini kitaplardaki telkinlerden çok farklıdır. Asıl dinin emirleri adalet, sevgi, iyilik ve hoşgörü iken, Tevrat, pek çok sapıklığın övüldüğü ve emredildiği bir vahşet kaynağıdır.

“Yakalananın bedeni delik deşik edilecek. Ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, evleri yağmalanacak, kadınların ırzına geçilecek.(İşaya: 15-16)



“Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”
(Tesniye: 7/1-3)


 “Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar, gözleri çocukları esirgemeyecek.” İşaya: 13/15

 “Vurun; gözünüz esirgemesin ve acımayın; ihtiyarı, genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun.” (TEVRAT, Hezekiel 9/5-6)
 

“Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.” (TEVRAT, Yeremya Bölümü 48/10)

Bugün İsrail’in işgal ettiği yerlerde uyguladığı vahşet, asırlar önce uydurulan bu sapık dini emirlerin yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. İsrail anayasası Tevrat’tır. Şu anda mevcut tek din devleti İsrail’dir. Hahamlar, Yahudi toplumu üzerinde asırlardır süren kontrollerini İsrail’de de sürdürmektedirler. Parlamentoda, hahamlardan fetva alınmadan hiç bir kanun yürürlüğe girmez. İşte İsrail’in kutsal terör ve vahşetinin ardındaki gerçek budur.

Tevrat’ın “acıklı ölümlerle ölecekler” (Yeremya 16/4) ifadesinde anlattığı işkencelerden birisi de insanları yakarak öldürmektir. Tarihte Yahudiler fırsat bulduklarında bu korkunç yöntemi uygulamışlar ve Filistinli Müslümanlara karşı uygulamaya devam etmektedirler. İsrail askerleri ve bazen de İsrailli siviller, savunmasız Filistinlileri defalarca benzin dökerek, alev makineleriyle ya da fırınlarda diri diri yakarak öldürmüşlerdir.

“Onları ateş yakacak. Alevlerin elinden canlarını kurtaramayacaklardır.” (İşaya, 47/14)
“Senin hasımlarını ateş yiyip bitirecek (İşaya 26/21)

“Ve kavimler kirecin yanması gibi, kesilip ateşle yakılan dikenler gibi olacaklar.” (İşaya, 33/12)

 ”Elin bütün düşmanlarını bulacaktır. Senin gazap zamanında onları yanan fırın gibi edeceksin. Rab hiddetinden onları yutacak ve ateş onları yiyip bitirecektir.” (Mezmurlar, 21/9)

“Hem yiğidi, hem kızı, emzikteki çocukla ak saçlı adamı, dışarıdan kılıç ve içeriden dehşet telef edecek. Hasımlarından öç alacağım ve benden nefret edenlere ödeyeceğim.” (Tesniye, 32/25)

KAN İÇME

Bu vahşet ve kan içme ayetleri yine uydurulmuş Tevrat’ta yer aldığı şekilde sapık Siyonistlerce uygulanmış, çok insan kanları için katledilmiştir.

“Et yiyin ve kan için. Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” (Hezekiel Bölümü 39/18-20)

“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.”  ( Yeremya Bölümü 12/3 )

Çünkü o gün orduların rabbi Yehova’nın günüdür. Hasımlarından öç alsın diye öç günüdür. Ve kana kana onların kanını içecek ( Yeremya bölümü 46/10 )

BURUN VE KULAK KESME

Yahudilerin, Tevrat emirlerine dayanarak yaptıkları işkencelerden birisi de burun ve kulak kesmedir. Tarih kitaplarında Yahudilerin yaptıkları katliamlarda bu insanlık dışı işkence yöntemini kullandıkları çokça anlatılmaktadır.

“Burnunu ve kulaklarını kesip düşürecekler. Ve senden arta kalan kılıçla düşecek” ( Hezekiel bölümü 23/25 )




“ Sizi kılıcın kısmeti edeceğim ve hepiniz boğazlanmak için bekleyeceksiniz. ( İşaya bölümü 65/12 )

“ İşte kor ateşine üfleyen ve işine göre silah çıkaran demirciyi ben yarattım. Harap etsin diye helak ediciyi ben yarattım. ( İşaya 54/16 )

“ Bak İsrail, bugün milletler üzerine kökünden sökmek için ve yıkmak için, helak etmek ve yok etmek için seni koydum” ( Yeremya 1/10 )

Tevrat’a göre sahibi oldukları dünyada, kendileri dışındaki ülkeleri yöneten yine kendileri olmalıdır. Bunun için ülkeleri yönetenleri kontrolleri altına almak ve yönetmek isterler. Bunu da büyük ölçüde başarmışlardır. Yahudiler bulundukları ülkelerde ekonomiye büyük ölçüde sahip olarak idareyi kontrol etmişlerdir.

“ Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışa çağıracaksın. Ve baki olacak ki eğer sana sulh cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit içinde bulunan bütün kavim sana angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.” ( Tesniye 20/10-11 )

“Ve onların krallarını senin eline verecek, adlarını göklerin altında yok edeceksin. Sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak.” ( Tesniye 7/24 )

Eski ABD genelkurmay başkanı Thomas Moorer “şimdiye kadar hiçbir başkanın İsrail’e karşı koyduğunu görmedim. Onlar her zaman istediklerini elde ederler. Amerikan halkı eğer İsrail’in hükümet üzerindeki etkisini bilseydi hemen ayaklanırdı” diyor.

İsrail cumhurbaşkanı Chaim Weizmann Yahudi Truman’a şükran hediyesi olarak bir Tevrat Rölesi sunarken şöyle demişti:” Siz farkında olmayabilirsiniz ama Sayın Başkan, ben sizden daha önemli bir başkanım. Siz 170 milyon insanın başkanısınız, bense başkanların başkanıyım” (Joys of Jewish Folklore, David M. Eichhorn, sf. 343) 

“Bilmediğim bir kavim bana kulluk edecek. . Yabancı oğulları bana boyun eğecekler. Kulakları işitince bana itaat edecekler. Yabancı oğulları takatsiz kalacaklar.” (ll. Samuel, Bab 22/4-46)

Sapık Yahudi geleneklerinden biri olan ensest de sapkın Tevrat ayetlerine dayanır.

“İki memen sanki bir çift geyik yavrusu Kaptın gönlümü kız kardeşim, yavuklum. Okşamaların ne güzel kız kardeşim, yavuklum.” (Tevrat, Neşideler Neşidesi, 4/5- 9-10)

“Ve büyük kız küçüğüne dedi: Gel babamıza şarap içirelim... Onunla yatarız... Ve o gece babalarına şarap içirdiler ve büyük kız gidip babasıyla yattı. Ve öbür gece dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı.” (Tevrat, Tekvin 19, 31-35)

Yerleştikleri her yerden kovulan tek topluluk Yahudilerdir. İspanya’da Yahudiler sermayenin çoğuna sahip olduklarından dolayı “devlet içinde devlet” haline gelmişlerdi. Bu maddi güç sayesinde ülkede sayıları az olmasına rağmen çoğu bu konuda söz sahibi oluyorlardı. Ayrıca, Yahudilerin uyguladığı kan içme, sulara zehir atma, veba salgını çıkarma, ensest ilişki, eş değiştirme, yabancı düşmanlığı (başka milletleri hayvan olarak görme) gibi sapık adetler, İspanyol halkı arasında büyük tedirginlik oluşturmuş, ispanya devleti dönmelik ( isim ve dinlerini gizleme) karşısında yasal düzenlemelerle sorunu çözemeyince Yahudileri topluca kovmuşlardır.

Ancak başka milletlerin başlarından attığı bu virüs gibi varlıkları Osmanlı İmparatorluğu bağrına basmıştır. Osmanlıyı yıkanlar da, organlarına yayılan ve bağışıklık sistemini yok eden bu virüsler olmuştur.

Masonlar da tıpkı Siyonistler gibi kendilerinden olmayanları insan olarak görmezler.  “Bizim anladığımız insan, sokakta her gün gördüğümüz insan değildir. İki ayaklı, iki kulaklı az çok akla da sahip insanı biz burada kastetmiyoruz, biz insan dediğimiz zaman bütün masonik ilkeleri sinesinde toplayan bir insanı insan olarak ele alıyoruz.” (Mimar Sinan Dergisi, s.27-28 sf.35)

“Mason olmayan yabancılar bulunduğunda, sözlerinizde ve tutumunuzda öyle ketum ve ihtiyatlı olunuz ki, en ince zekâlı yabancı bile duyulması uygun olmayan şeylerin farkına varmasın.” (ÇIRAK KALFA USTA, Sayfa-55)

İNTİFADA

Müslüman ülkelerin Filistin ve Kudüs meselesine duyarsız kalması neticesinde elinde hiçbir silahı olmayan Filistinliler Aralık 1987 de intifada hareketi başlattılar. İntifada cebeliye mülteci kampında ilk kıvılcımı aldı. Daha sonra İsrail ordusuna ait bir aracın dört Filistinliye çarpıp öldürmesi ile tam ateşlendi.

İntifada da; genel grev, Gazze ve Batı Şeria’da ki İsrailli kurumları boykot, ordu emirlerine karşı sivil itaatsizlik, İsrail yerleşkelerinde çalışmamak, İsrail ürünlerini satın almamak, vergi vermemek, Filistinli araçları İsrail ehliyetleriyle kullanmayı reddetmek, grafitiler yapmak, barikatlar kurmak ve Filistin sınırları içindeki İsrail’e ait askeri binalara taş ve Molotof kokteyli atmak, ayaklanma sürecinde gerçekleşen eylemlerdi. Buna cevaben, İsrail, ayaklanmaları durdurmak için 80.000 askeri mobilize etti.

Çocuk haklarını dünya çapında savunan “Save the Children” raporuna göre ilk iki yıl boyunca, 18 yaş altı bütün Filistinlilerin % 7 si ateşlenen silahlardan, dayaklardan veya göz yaşartıcı gazdan dolayı yaralandı.

Save the Children (Çocukları Koru) organizasyonunun İsveç kolu, 23.600 ila 29.900 çocuğun intifadanın ilk iki yılında, dayaklar sonucu tıbbi desteğe ihtiyacının olduğunu raporladı. Bu sayının üçte birini 10 yaş altındaki çocuklardı.

Ramazan ayı boyunca, Gazze’deki birçok kampta sokağa çıkma yasağı uygulandı ve yerleşimcilerin gıda almaları engellendi. Ayrıca bazı kamplara göz yaşartıcı bomba atıldı. İntifadanın ilk yılında bu tür bombalamalardan dolayı 16 kişi öldü.

Çok sayıdaki Filistinli can kayıpları, uluslararası kınamalar getirdi. Güvenlik konseyi 607 ve 608 nolu çözüm önerilerinde, İsrail’in sürgünleri durdurmasını istedi. Kasım 1988’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki ülkelerin çoğu İsrail’i, intifadaya karşı aldığı tutumdan dolayı kınadı.

26 Ağustos 1988 tarihli yıllık raporunda, İsrail’in Uygulamalarını İncelemek İçin Kurulan Özel Komite, intifada hakkında detaylı bilgiler verdi. Ardından gelen raporlardan sonra, Genel Kurul 8 Aralık 1989 tarihinde 44/48 nolu bir önergeyle bir kınama yayınladı. İsrail intifada sürecindeki uygulamalarından dolayı kınandı. Bu uygulamaları arasında, toprakları ele geçirme, sürgünler, yıkımlar, toplu cezalar, basın organlarını kısıtlamak, savunmasız göstericileri yaralamak, zehirli gaz kullanmak ve İsrailli yerleşimcilerin, Filistinli ve diğer Araplara karşı şiddet eylemlerinde bulunulması ve bunun yaralı ve ölümlere sebep olması vardı.

İsrail Birleşmiş Milletler araştırmasına engel oldu. Tüm çözüm yolları İsrail ve ABD tarafından reddedildi. 48 çözüm önerisinin 44’üne red oy kullanan sadece İsrail’di.

17 Şubat 1989’da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oybirliğiyle (ABD dışında) İsrail’i, 4. Genova Kurultayı kararlarına uymadığı ve Güvenlik Konseyi kararlarını önemsemediği gerekçesiyle kınadı. ABD hoşuna gitmeyen bu çözüm önerisi taslağını veto etti. 9 Haziran’da ABD bir çözüm önerisini yine veto etti. 7 Kasım’da ABD İsrail’in insan hakları ihlallerini kınayan 3. Çözüm önerisini de veto etti.

İsrail Tevrat’tan aldığı güç ve emirle başkanların başkanı olma tavrını sürdürdü. İsrail’in aleyhinde olan her karar ABD nin vetosuna mazhar oldu.

Altı yıl süren intifada da, İsrail ordusu 1000 den fazla Filistinliyi öldürdü ve 120.000 den fazlasını tutukladı.

İKİNCİ İNTİFADA

İkinci İntifada, 1987-1993 yılları arasındaki Birinci İntifada’dan sonra gerçekleşen ikinci Filistinli ayaklanmasıdır. Eylül 2000 de başlayıp 2005 yılında biten intifadadır.

Oslo görüşmelerinde İsrail, Gazze şeridi ve Batı Şeria’dan aşamalı olarak silahlı kuvvetlerini geri çekmeyi ve Filistinlilerin kendi kendilerini yönetme hakkını tanımayı, kabul etti. Böylece bu bölgelerde Filistin yönetimi kurulacaktı. Filistin tarafında ise, Filistin Halk Kurtuluş Örgütü İsrail’i tanıdı ve boşaltılacak yerlerdeki iç güvenliği sağlama sorumluluğunu üstlendi. Filistinlilerin bölgedeki yönetimi gelecek beş yıllık geçiş döneminde geçerli olacak ve bu dönemde kalıcı bir çözüm için müzakereler sürecekti. Ama realitelere bakıldığında sonuç, iki tarafında Oslo süreciyle ilgili hayal kırıklığına uğraması oldu.

11-25 Temmuz 2000 tarihlerinde, Camp David’deki Orta Doğu Barış Zirvesi ABD başkanı Bill Clinton, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Yönetimi Başkanı Yaser Arafat arasında başladı. Konuşmalar tarafların birbirlerini suçlamasıyla sona erdi. Anlaşmalara engel dört madde vardı. Sınırlar, Kudüs ve Tapınak Dağı, mülteciler, geri dönüş hakları, İsrail’in güvenlik endişeleri. 13 Eylül 2000 tarihinde, Yaser Arafat ve Filistin Yasama Konseyi Özgür Filistin Devleti’nin tek taraflı ilanını erteledi.

İsrail tarafının ikinci intifadayı Oslo görüşmelerine bağlamalarına rağmen aslında Ariel Şaron’un, Müslümanlar arasında El-Haram El Şerif olarak bilinen, hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsal olan, Tapınak Tepesi’ni ziyaretidir. Ziyaret ettiği esnada Filistinliler arasında protesto başladı ve bu protesto İsrail güvenlik güçleri ve protesto eden kalabalık arasında çatışmanın başlamasına sebep oldu.

Ziyareti esnasında Şaron; “Tapınak tepesi ellerimizdedir ve ellerimiz de kalacaktır. Yahudilerin en kutsal mekânlarından biri olarak, burayı ziyaret etmek her Yahudinin hakkıdır”  dedi. Filistinliler bu söyleneni bir provokasyon olarak gördüler.

Şaron’un ziyaretinden sonraki ilk beş günde, protestolar ve çarpışmalar sonucu İsrail polisi ve güvenlik güçleri 47 Filistinliyi öldürüp, 1885 ini yaraladı.

İkinci intifada hareketinde Filistin kaynakları 2736 Filistinlinin öldüğünü yazdılar.

Daha sonra İsraillin Filistin ablukası ve yerleşimler ile işgalleri devam etti. Müslüman dünyası Filistin’in veya başka deyişle Kutsal mekânımız olan Kudüs’ün savunmasını 


Ağır bombardıman altında silahları bile olmayan Filistinliye bırakmayı ve uyumaya devam etmeyi uygun gördü.

5 Kasım 2014 günü İsrail askerleri Mescid-i Aksaya baskın yaptı. Kutsal kitabımız ayaklar altında kaldı. 

Müslüman devlet yöneticilerinde her zaman olduğu gibi yükselen ciddi bir ses olmadı. Türkiye dışında bazı ülkelerde halk tarafından yapılan eylemler cılız kaldı. 

Bugün bazı batılı devletler Filistin’i tanıma yarışına girdiler. Tabi Filistin diye bir toprak kalmadıktan, harita bu hale geldikten sonra. Sanırım tanıdıkları topraksız, sanal bir Filistin devleti.


 KUDÜS’Ü ESARETTEN KURTARMAK İÇİN NE YAPMALI?

Yahudilerin ülkeler üzerindeki etkilerine bakıldığında durum bu derece vahim mi diye düşünüyor insan. Aslında durumun vahameti Yahudilerin akıllı ve güçlü oluşundan kaynaklanmaktan ziyade,  bizim dağınık, bilgisiz, içimizde hain barındırmamızdan kaynaklanıyor.

Hıristiyan dünyasının Katolik ve Ortodoks merkezli olmasından rahatsızlık duyan dini liderleri bir araya gelerek birleşme yönünde adımlar atarken, İslam dünyası çobansız kalmış sürü gibi sağa sola dağılmaktadır. Basiretsiz, İslam dışına çıkmış liderlerle birlik sağlanamayacağı açıktır.

Müslümanlar, yaklaşık 400 yıl süren Osmanlı imparatorluğu döneminde halifelik çatısı altında toplanmış daha huzurlu, daha güvenli bir hayat sürme imkânı bulmuştur. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması ile Müslüman toplum küçük gruplar halinde Hıristiyanların insafına bırakılmıştır.

Hilafetin sonlandırılması ile modern, çağdaş, laik bir devlet düşünülürken İslam dünyasının ileride yaşayacağı bu sıkıntılar düşünülmemiş, papalık mekanizmanın yerinde durduğu akla bile gelmemiştir. Yahutta bir üst akıl tarafından İslam dünyasının başsız kalması için kapı aralanmıştır.

Son peygamber Hz. Muhammed’in yolundan giden insanlar ne hikmetse çağdışı, ilkel, gerici olarak adlandırılmış, ondan önce gelen peygamberlere, ellerindeki uyduruk kitaplarla uyanlar modern olarak nitelenmiştir. Acı olan şu ki, müslümanlar bile buna inandırılmıştır.

Gerek bizde, gerek diğer Müslüman toplumlarda laiklik kandırmacası ile toplumlar dini yönden iğfal edilmiş, ucube bir din anlayışı ortaya çıkmıştır. Laiklik dilimize Fransızca “laicite” kelimesinden uyarlanmış İngilizce karşılığı “secularizm” dir. Aslında kavram cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dini olanı birbirinden ayırmak anlamını ifade etmektedir.

Geçtiğimiz yıllarda Ziya Gökalp’ın “La-Dini”, Ahmet İzzet Paşa’nın “La-Ruhbani”,Ubeydullah Efendi’nin “iş hükümeti” deyişiyle vücut bulmuş, sonraları kullanılan “layisizm” terimi yerini bu gün kullanılan “laiklik” şekline bırakmıştır.

Özellikle Ziya Gökalp’ın “La-dini” sözü bazı çevrelerce çarpıtılmış “din yok” olarak tercüme edilmiştir. Hâlbuki bu sözü “din dışı” diye tercüme etmek doğru olurdu. Çünkü Arapçada “La” olumsuzluk eki bu sözün böyle çevrilmesini gerektiriyordu.

Sanırım “din yok” gibi çevrilse bile, bunu devletin dini yok anlayacağına bazı çevreler “vatandaşın dini yok” olarak algılamış, var olanı kaldırmaya çalışmıştır.

Müslüman dünyanın Kudüs gibi bir kutsal şehrine bu denli duyarsız kalmasının altında yatan neden, sorulduğunda Müslüman olduğunu söyleyen fakat Hıristiyan gibi yaşayan, aslında dinsiz bir toplumun oluşmasıdır.

Müslümanlar ile Hıristiyan batı ilişkilerinde de gördüğümüz gibi dininden haberi olmayan cahil müslümanı yönlendirmek kolay olmaktadır. Yahudiler bunu çok iyi şekilde çözdüklerinden, İslam dünyasını yine islamla vurmaktadır. Müslüman devletlerin liderlerini kendilerine bağımlı hale getirmiş, başta ABD olmak üzere yönetimini kontrol ettiği ülkelere uydu yapmıştır.

Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda bir avuç yahudinin nefes bile alamaması gerekirken, Müslümanların birbirini öldürür hale gelmesi Siyonist İsrail’e hareket alanı sağlamıştır.

Bizim için üçüncü kutsal şehir olan Kudüs’ün savunulması bir avuç Filistinliye bırakılmıştır. İslam adına mücadele verdiğini söyleyen örgütlerin bile kuruluşunda Yahudi parmağı olması bir hayli düşündürücüdür.

1900’lerin başında İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilen, ABD tarafından kullanan avuç içi kadar İsrail’e diz çöktürülen İslam coğrafyası artık uyanmalıdır. Dünyada yenilemeyecek güç yoktur. İsrail’in arkasında duran güç ABD nin Afganistan da mücahitler tarafından yenildiğini, Irak’ta başarısız olduğunu, bölgedeki menfaatlerini artık kendi gücü ile değil de, Müslümanları birbiri ile savaştırarak korumak stratejisini benimsediğini görmek gerekir.

Coğrafyamızın yüzü batıya dönük, ihtişamlı hayat süren, ülke gelirlerini kendi elinde ve batı bankalarında tutan para aşkı, demokrasi aşkı, laiklik aşkı ile donatılmış yöneticilerden bir an önce kurtulması gerekmektedir.

Al-i İmran suresi 103 ncü ayette Rabbimiz “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun. Ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün” diye buyururken hiziplere ayrılmanın batının oyunu olduğu, Müslümanlar tarafında anlaşılmadıkça, bazıları batıya maşa olmaya devam edecektir.

Bunun için Müslümanları, Müslümanlığı sadece namaz kılmak ve oruç tutmaktan ibaret sanan insan olmaktan çıkarıp, gerçek Kuran öğretisi ile donatmak, Müslümanım deyip Hıristiyan batı ahlakı ile yaşamanın Müslümanlık olmadığını anlatmak gerekmektedir.

Ancak bu sayede seçimle iş başına getirdikleri liderlerini, batı beslemesi darbeci paşalarından koruyabileceklerini öğreneceklerdir.

Her Müslüman düşünmelidir ki bugün Kudüs’te yaşananlar Vatikan’da yaşansaydı ne olurdu? Vatikan bazı güçler tarafından işgal edilse, İncil yerlerde ayaklansa, elleriyle yazdıkları kitabı korumak, din merkezlerini korumak için batı dünyası neler yapardı?

Filistin demek Kudüs demektir. İslamın üçüncü kutsal mekânı işgal ediliyor, kutsal kitabımız çiğneniyor, Müslümanlar kutsal mekânlarına girmekten men ediliyor. İslam dünyası ölüm uykusunda.

Müslümanların ve tüm dünyanın gözü önünde Filistin’de yıllardır süren bu Siyonist cinayetlerin ve katliamların bir an önce durdurulması için etkin yaptırımlarda bulunmak gerekmektedir. Dahası Müslüman devletler Filistin’in yanında olduklarını tarihten gelen sorumlulukları gereği gür bir sesle tüm dünyaya haykırmalıdır.

NECDET CEMAL OCAK