Bu
konu aslında son derece karışık. Müslüman’ın imtihanı derken, kimi kast
ettiğimizi de bilmiyoruz. Konu ile alakalı bir gönderme yapıldığında, hedefe ulaşacağından
da emin değiliz.
Meseleyi,
bu insanları üç kategoriye ayırarak ele almak kanaatimce daha uygun olur.
1.Müslümanlar:
Okumuş, bilgili, hatta eğitici ve öğretici makamında olanlar.
2.Kendisini
Müslüman sanalar: Bu gruptakiler müslümandır. Ancak hiç okumazlar, bazı
hocalardan ve başkalarından duyduğu bilgilerle durumu idare ederler. Aslını
bilmedikleri için, makbul saydıkları insanlardan duydukları din dışı
uygulamaları da dinden sanarlar.
3.Müslüman
gibi görünenler: Ülkemizde bu tiplerden çok sayıda mevcuttur. Özellikle siyasi
teşkilatlar büyük, heyula kurumlar olduğu için, arada kaynar giderler. Lakin
İslama çok zarar verirler.
Bizim
konumuzu teşkil eden 1’nci grupta yer alan, Müslümanlardır. Çünkü Fatır Suresi
28 ve 29’ncu ayette Rabbimiz “ Kulları içinde Allah’tan
ancak âlimler korkar. Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali
olmayan bir ticaret umarlar” diyorsa, biz de bu insanlardan bilgileri
ile amellerinin paralel olmasını umarız.
Karşımızdaki
insanın bu gruba girip girmediğini anlamak için de, elbette iki ve üçüncü
grupta olmamak gerekir. Yoksa başta zikredildiği gibi göndermelerimiz yanlış
adrese teslim edilebilir.
Özellikle
medyatik hocalardan uzak durulmalı. Büyük çoğunluğu ekranlarda görünmek için
para aldığından, halkın hislerini okşayıcı kelimeleri seçmekte pek mahirdirler.
Ayetleri, onların hoşlanacağı şekilde tevil ederler. Çoğu zaman dinden çıkarlar
da haberleri olmaz.
Medyatik
hocaya dinin emirlerinden biri sorulduğunda, ya hoşlarına gitsin de yeni çıkan
kitabımı alsınlar, ya da din ile siyasetin girift olduğu sistemde, sisteme
muhalif olmayayım düşüncesi hâkim olur çoğu zaman.
Başörtüsü
sorununun yaşandığı dönemde medyatik hocalardan birine bu konu sorulduğunda, şu
ayetlerle islamda örtünme vardır diyememiştir. Etrafından dolanmış, soruya net
cevap vermemiştir. Bu muhterem ilahiyat profesörü, ayetleri doğru manası ile
biliyordur mutlaka.
Bakara
suresi 174 ve 175’nci ayette yine “ Şüphesiz Allah’ın
indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alan kimseler, işte
onlar karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Ve kıyamet günü Allah onlara
ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Ve onlara sadece acı veren bir
azap vardır. İşte onlar, hidayeti verip, sapıklığı ve affedilmeyi bırakıp,
azabı satın alan kimselerdir. Bunlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar”
diye buyurur Rabbimiz.
Zaman
geçip bu muhterem bir de islam düşmanı olduğu açıkça belli olan insanlarla
birlikte ekrana çıkıp, güya kendisi çok doğru yoldaymış gibi, diğer hocaları
tenkit ederken, “şimdiye kadar insanları lululu diye Arapça kelimelerle
kandırdılar” diyorsa, bu ayetin kapsamı alanına girmiştir. Onun “lululu” dediği
de orijinal Kuran metninin okunuşuydu.
Bu
ayetin tefsirinde merhum Elmalılı, bir kabile reisinin, bir papazı gönderip
“git bak, birisi peygamber olduğunu söylüyormuş. Doğru ise bile, gelince değil
de” demesi nedeni ile papaz ve kardeşinin Peygamber Efendimizi ziyareti ve
sorularla onu gerçek peygamber olduğunu anladığı halde, “sahtekâr” demesini
anlatır. Ayetin inzal oluş sebebi budur. Ziyaret ve soruları, yazıyı daha fazla
uzatmamak için almıyorum.
İşte
bizim ilahiyat profesörümüz ayetin doğru manasını söylemeden etrafından
dolanınca, ne olacağını bildiği halde, para hırsı onu belki de dinden
çıkarmıştır. Yahutta bu ayet mucibince, cezaya uğrayacaktır.
Diğer
bir ihtimal sisteme ters düşmek korkusu. “ Kalplerinde
hastalık bulunanların, onların arasına koşuştuklarını görürsün.Bize bir felaket
gelmesinden korkuyoruz diyerek….” Maide -52 ayeti gereğince Rabbimiz,
doğruları bildiği halde, gereği gibi yaşamayıp, sırf başına bir iş gelir diye
onlara uyanlara ikazda bulunmaktadır.
Birinci
durumda para hırsı, ikinci durumda korku nedeni ile doğrudan sapmak, doğruları
gizlemek, asla kabul edilmeyecek bir Müslüman davranışıdır. Çünkü Ahzab suresi
70 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sağlam söz
söyleyin” ayeti gereğince de, Müslüman hangi şartta olursa olsun,
doğruları söylemekle emrolunmuştur. Ayetleri bildiği halde, bu sapmaları
gösteren insanlarda kanaatimce imani bir sorun vardır. Birinci kategoriye nasıl
koyarız bunları, onu da bilmiyorum.
Çokça
rastladığımız bu durumdan, Müslümanları çıkaracak bir formül de bilmiyorum.
Çünkü bilmeyen birine oku, bak bu dediklerin yanlış veya bu yaptığın yanlış
diyoruz. Peki, bilen birine ne demek gerekiyor? Onlara da belki “ Ey iman edenler! Allah’a iman edin. Peygamberine,
peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba…” emrini
veren Nisa-136’ncı ayeti hatırlatmak lazım.
Müslümanın
ikinci büyük imtihanı güç ve şöhret zehirlenmesi veya sarhoşluğu dediğimiz
halidir. Şöhret zehirlenmesi insanda kişilik bozukluklarına yol açar. Osmanlıca
istikbar dediğimiz kibir, gurur, enaniyet ve kendini büyük görme hastalığı baş
gösterir. Bir Müslüman’da asla ve asla bulunmaması gereken bir haldir.
Şöhret
sahibi insan, Allah’ın bahşettiği bu durumun neden, niçin ve ne yapması
gerektiğini kavrayamamışsa batağa gömülmüş demektir. Bahşedilenlere şükredip,
gereğini yapamazsa, hesabını vereceği günde altından kalkamaz. İlmin de,
şöhretin de, servetin de zekâtı vardır.
Şöhret
zehirlenmesinde belki kişinin şahsı ile ilgili sorumlulukları vardır. Eğer kırıp,
dökmemişse. Ancak güç zehirlenmesinde daha farklı tehlike beklemektedir
Müslümanı.
Güç,
eğer haksız şekilde elde edilmişse, narsizm gelişir insanda. Zaten gelişi meşru
değilse gücün, uygulamasında da birçok insani sıkıntılara yol açar ki, bu defa
da sadizm gelişir.
Güç,
eğer meşru yollarla kazanılmışsa, yine dikenli bir yola girilmiştir. Çevrede
güce tapanların itmesi ile güç sahibi olduğundan da fazla güçlü hisseder
kendisini. Kuvvete kutsiyet addetmeye başlanır. Bu da büyük ihtimalle adaletten
sapmaya yol açacaktır. Güç sahibi Müslüman mutlaka adil olmak zorundadır. Ancak
etrafındaki güce tapan çember öylesine daralır ki, ulaşıp doğruyu iletmek
mümkün olmaz. Bir zaman sonra adil olmakla ilgili ayetleri unutur hale gelir.
Kuran’da
adil olmakla ilgili ayetler çeşitli konularda 31 yerde geçer. En zor olan iş,
adil yönetici olmaktır. Bu konuda Hz. Ömer (ra), bütün insanlığa islamın
kazandırdığı eşsiz bir örnektir.
Müslüman
ülkelerde, adil olmayan yöneticilerin düştüğü acınası haller, Allah’ın emirleri
dışına çıkıldığında ders olma niteliğindedir. Yakın zamanda yaşanılan Arap
devrimleri buna en güzel örnektir. Tabi Arap devrimi tabiri ne derece doğru
bilmiyorum. Devrimden ziyade, ABD’nin dürtmesi ile değişim ve yıkım demek daha
olur kanaatindeyim.
Eğer
Libya lideri Kaddafi kanaat edip, zenginlikleri ve gelirleri halkı ile paylaşsa
belki bu acı sonu yaşamayacaktı. ABD istediği kadar ayaklandırmak istesin,
liderinden memnun olan halk ayaklanmayacaktı. Bir devlet başkanı elbette
sarayda oturacak, elbette devletine yakışan bir yaşantı içinde olacaktır. Bu
saray da milletin malı olacaktır. Bugünkü dünya düzeninde halktan hiç kimse
liderinin gecekonduda yaşamasını istemeyecektir. Ancak sarayda altın musluklar,
altın oturaklar, altın kapı kolları her zaman tepki çekmiştir. Hele halktan
yoksul olanlar varken bunların olması.
Doymayı
bilmeyen yöneticilerin akıbeti buna benzer olacaktır. Kaddafi mevcut zenginliği
ile yetinip, hiç olmasa bir zaman sonra bu bana yeter deyip, ülke gelirlerini
halkı ile paylaşsaydı, belki bu acınası sona ulaşmayacaktı. Eceli ile ölse
bile, altın muslukların diğer tarafta işe yaramayacağını anlayamadı.
Aşırı
zenginlik, hırs, güç sarhoşluğu kendi eliyle sonunu hazırlattı.
Zenginlikler
devlet içinde nefes alan her canlının ortak malıdır. Bunu sadece insan olarak
almak bile yeterli değildir. Hayvanların bile o zenginliklerde payı olduğu bir
adil düzenden söz ediyorum. Adil olmayan, güçle zehirlenmiş her yönetici bir
gün bu akıbeti yaşayacaktır, kaçınılmazdır bu. Devlet zengindir, zenginlikler
paylaşılır ancak yönetici kendisine biçilen maaşla yaşar. Sonsuz bir gelir
hiçbir düzende yoktur.
Adil
bir düzen, Müslüman olmayan insanlara bile cazip gelebilir, belki islama
yaklaştırır. Geçmiş dönemlerde, adil mahkemeler neticesinde, İslami düzenin
kadılarının verdiği kararlardan etkilenip, islamla şereflenen sayısız insan
olmuştur.
Müslüman
güce ve makama dayalı hiçbir kazanıma avuç açmaz. Kazanç bizim çalışmamıza,
gayretimize ve başarımıza bağlı olmalıdır.
Peygamber
Efendimiz (sav) zamanında malumunuz olduğu üzere zekât memurları vardı. Bunlar
köyleri, beldeleri dolaşır ve topladıkları zekâtları getirir teslim ederlerdi.
Yine böyle bir zekât memuru görevi dönüşünde Efendimize (sav) toplanan zekâtları
getirip teslim eder. Gittiği yerlerde kendisine hediye olarak verilen şeyler de
vardır. “Bunlar da bana hediye olarak verilenlerdir” der.
Efendimiz
(sav) “eğer sen zekât memuru olarak gitmeseydin, bu hediyeler yine sana
verilecek miydi” der. Zekât memuru “verilmezdi Ya Resulullah” diyerek onları da
toplanan zekâta katmıştır. İşte Müslüman, kazancın bile geliş şekline dikkat
eden insandır.
Güç
sahibi olanlar, sadece “çok yaşa padişahım” tarzında alkışlayanları değil,
tenkit edenleri de dikkate almak zorundadır. Bugün içinde bulunduğumuz kaotik
durumun sebebi budur. Sadece şak şakçıların dikkate alınması. Belki baştaki bu
düşüncede değil ama güce tapanları aşıp lidere ulaşmak mümkün olmuyor. Öylesine
bir sarhoşluk ki bu, her kademedeki insan kendine bundan bir pay çıkarıyor.
Elimizde
iman ölçer bir alet yok. Kimsenin de imanına kefil olmak mümkün değil. Ancak
inançlı diye tahmin ettiğimiz, bildiğimiz bir insanın, adil yönetici olması
yolunda engel teşkil ediyor bu insanlar. İçinde birinci gruptan insan var,
ikinci gruptan insan, üçüncü gruptan insan var.
Bu
zamanda adil bir idareci olmak pek zor. Dış dünya ile mücadele edilecek, iç
mihraklarla mücadele edilecek. Hem de gelişmiş teknoloji ile donanmış her türlü
hainliği ve kahpeliği şiar edinmiş bir güruh karşısında. Bu şartlarda adil
kalabilen yönetici olmak imkânsız gibi. Biz, sadece Hz. Ömer’i (ra) anarak anlatacağız
belki adaleti.
İmanla
yaşamak elbette önemli. Ancak asıl önemli olan yaşadığı imanla son nefesini
verebilmektir.
30.10.2015